30 Eylül 2010 Perşembe

Flu...

Grip, nezle halleri pek sevimsiz. Dün akşamüstü başlayan belirtiler, akşam ağırlaştı. Kopacakmış gibi ağrıyan ve sanki kocamanlaşan kafa, fırk fırk akan burun ve ağrıyan boğaz... Akabinde boru gibi bir ses. Eve zar zor geldim. Kebapçıdan tavuk suyu çorbası, büfeden taze sıkılmış portakal suyu alıp hepsini içtikten sonra kendimi yatağa attım. 

Sabah daha vahim uyandım. İşe gidemedim, doktora da... Corsal ve C vitamini alıp zıbarıyorum. Arada su içiyorum, boğazım kuruyor çünkü. Tam başım biraz düzelir gibi oldu, apartmanda tadilat başladı, iki matkap birden çalışıyor; beynim oyuldu saatlerdir. 

Kediler de benimle birlikte uyuyor. Kah tepemde, kah yerde. Kara termoforlarım benim, gor gor gor, yirim! Beni rahatsız etmemek için sanki, koşmuyorlar bile. Matkap sesinden epeyce tırstılar. Demin tepemdelerdi, şimdi yere kıvrılmışlar. Akşam sevdicek hemşirelik edecek; portakal-limon-greyfurt kürü uygulayacak. Mırr, gırrr...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Sevgili kendim...

"Sevgili kendim, bugün yedi yaşıma basıyorum ve bu mektubu sana, Mantık Yaşı'nda verdiğim sözleri ve ne olmak istediğimi hatırlatmak için yazıyorum..." Hayatının her noktasına hakim başarılı işkadını Margaret, kırkıncı doğum gününde işte bu mektubu alır. Kendine yazdığı mektupları bir bir okuyup kendinden bile gizlediği anıları canlanırken Margaret, geçmişte yaptığı tüm seçimlerden şüphe duymaya, hayatının tüm doğrularını sorgulamaya başlar.

Filmekimi'nde oynayacak bir filmin tanıtım yazısı bu. Düşündüm de...



Çocukluktaki hayallerin, büyüdükçe tuz buz olması ne berbat bir şey. Yaş ilerledikçe senden uzaklaşmaları... Çocukken hayal ettiğinden bambaşka bir insana dönüşmek de öyle. Çocuk halini unutmak da. "About a Boy" da buna benzer bir filmdi sanki.

Düşündüm de, çocuk benin hayalleri neydi acaba? Şimdiki benden ne kadar farklıydı? Kendime sözler verdim mi, peki ne kadarını tutabildim?

Peki şimdi hayalim var mı, varsa ne? Küçük kız çocukları önce güzel olmayı mı hayal ediyor acaba? Bilemiyorum. Bu hayal ergenlikle birlikte yok oldu sanırım. Gelin olmak? Öyle bir hayalim de olmadı galiba. Bisiklete özendiğimden postacı olmak istemiştim bir ara, uydurmuyorsam eğer. Somut bir şey de hatırlamıyorum aslında çocukluk hayallerime dair. Sevmek sevilmek, mutlu olmak? O evrensel bir hayal zaten.



Mantık yaşıma (ne demekse artık o) şurda pek bir şey kalmamışken, yetişkin kendime böyle bir mektup yazmış olsam çocukken, neyi hatırlatırdım acaba? Ya da neyi öğütlerdim? Kedileri sevmek için kovalamaya devam etmeyi mi? Cimcime olmayı mı? Her şeyi merak etmeyi mi? İyimser kalabilmeyi mi? Güler yüzlü olmayı mı? Konuşkan (geveze) kalmayı mı?

Bakalım... Aklıma ilk gelen öğütler neler? Alttakiler, çocukluğa öğüt gibi oldu ama... Yetişkinlikte de geçerli olmalı bence.

Mutlu olmaya çalış. Hayallerini gerçekleştirmek için kararlı ol. Çünkü karşılaştığın, aşılmaz gibi görünen engeller daha sonra  "Amaan, o kadar istesen yapardın, demek yeterince istemiyormuşsun"a dönüşüyor. Korktuğunla kalıyorsun. Aile püskürtmeleri de buna dahil. Cesur ol. Kimse cesaretlendirmiyorsa seni, sen gaza getir kendini. Sev de hatta... Evet, sev. Özgüven için bu şart. "Oy, süper bir insanım" de arada kendine. Boşver, kimse demese de olur.

Denemekten korkma. En azından denemek, sonunda başarısızlık olsa bile korkup peşinden "Keşke" demekten iyidir. Ve sevdiğin bir işte çalış. Hayatının büyük bir kısmını kaplayacak yeri seçiyorsun o 3.5 saatte. İyi düşün...



Her zaman güçlü olamayacağını kabul et. Olamazsın da zaten. Arada koyver gitsin. Sal ipleri uçurtma gibi. Tadını çıkar sahip olduklarının. Ve herkesi kendin gibi sanma, sevdiklerine zaman ayır. Kariyer filan hikaye, sonunda sevdiklerin kalıyor geriye. Onlar da sandığın kadar uzun kalmıyor ne yazık ki... Hayat kısa.

28 Eylül 2010 Salı

Bir varmış...

"Bana bir varmış de
Bir varmış bir yokmuş deme
İçime dokunuyor"

Can Yücel

Hayıtbükü

Palamutbükü

27 Eylül 2010 Pazartesi

Ofis Baba der ki

Ofis ortamında kulaklık candır, (bazen) susmak ehvendir, sabır ise şarttır. Ha edepsizlik abartılınca, adabınca ağız-burun dağıtmak elzemdir. Sessiz atın çiftesi pek, suskun elemanın çemkirmesi gür olur...

Aylağın notu: Bu arada tatil isteğim bitmiş değil elbet, yüzmek için su birikintisi düşünmekten, tatil için takvimdeki bayramları saymaktan usandım... Kafa izni, olmadı, normal izin; yoksa kırırım bu masayı! Bak yemin verdim Osman!

Ankara, dostum

Yol yapmayı seviyorum.  Dostları görmek için yollara düşmeyi de... Bazı şehirler için güzel/çirkin deyip dururuz. Düşündüm de, aslında benim için şehirlerin güzelliği değil, onların içinde arkadaşım ya da dostum, sevdiğim birinin olup olmadığı önemli. Şehirleri özel ve güzel yapan onlar. Şehirlerden ziyade o insanlar bir şey ifade ediyor benim için.
Ankara’nın güzel olup olmamasıyla ilgilenmiyorum, ama içinde en yakın dostum yaşıyor. O kente onu görmek için gidiyorum, kenti gezmek için değil. Evet, Kuğulu Park güzel, sacher yiyip limonata içtiğimiz Flamingo Pastanesi, eğlenmeye gittiğimiz Corvus, Botanik Bahçesi, Kızılay Karanfil Sokak’taki kitapçılar ve cafeler de öyle...

Ama bunlara gitmesem de yatıp uyunası salıncağında sallanırken sohbet etmek, birlikte domates-soğan doğrarken laflamak, terası yıkarken gülüp durmak da bana yeterdi. Şimdi evlenecek olması fikrine daha da alıştım. İlk şoku atlattım sanırım. Evet, evet… İçim rahat. Mutlu olacağını düşünüyorum çünkü. Umarım olur, dilerim olsun. Hem de çok mutlu olsun...

24 Eylül 2010 Cuma

Tren gelir hoş gelir

Tren yolculuğunu severim. Çocukluğumu hatırlatır bana, o zaman da severdim. Çocuklar için eğlenceli, çünkü kalkıp dolaşabilirsin, gezersin, koşabilirsin bile. Yerinde duramayan cimcimeler için birebir.


Yataklısına (kuşet) hiç binmedim gerçi, o da güzeldir muhtemelen. Dolaşırsın, müzik dinlersin, kitap okursun, muhabbet edersin... Dinlersin, anlatırsın... Yemek vagonuna gidip yersin içersin... İndikten sonra biraz daha süren o sallanma hissi bile güzeldir.



Penceredeki tablonun, nefis manzaranın sürekli değiştiği bir terapi gibi... Kulakta güzel müzik, kucakta güzel kitap, omuz mesafesinde leziz sohbet ve yanıbaşında muhabbetşinas biri. E daha ne olsun esteban? Ayrıca Haydarpaşa Garı da çok romantik bir yer bence...

22 Eylül 2010 Çarşamba

Lö işgüzar dö egosantrik


İşgüzarlık… Pek sevdiğim bu kelimenin kanlı canlı örnekleriyle iş hayatında sıkça karşılaşıyorum. Ego kelimesinin hemen peşinden geliyor ofis sözlüğünde. Egosantrik. İşgüzar.

Herkes işi bir yerinden parmaklamak, “Ben de dokundum, ah bak ben de elledim” demek istiyor. Kutlama varsa tebrikleri herkesten önce kabul etmek için yanındakileri ittiriyor. Ama herhangi bir hata çıktığında bu hevesli bünyelerin hiçbirini göremiyorsunuz bittabi ortalıkta. Toz!

İnsanlardan, onlara yetki ve sorumluluk vermeden, inisiyatif kullandırmadan hatalarını kabullenmelerini beklemek, en hafif şekliyle saflık. Herkes elini taşın altına soksun madem, başarı kadar hatayı da kabullenmek şartıyla… Ama bir iş bu kadar mıncıklanmaz ki, bitmez ki böyle herkes bir şey derse!

Ha, bir de her şeyi bağırarak, ortalığa gösteriş yaparak ilan edenler, en yüksek perdeden buyuranlar, normal konuşurkenki sesi bile kulaklığı delenler var ki, ses tellerini bağırsaklarına düğümlemek en büyük dileğim!

Ne demişler, bir cinnet her şeyi çözer! Akabinde dellenip dalacağım topunuza, o olacak.

Spartacus Blood and Sand

Dün akşam kanalları dolanırken, cnbc-e'de reklamları dönüp duran Spartacus'e denk geldim. Daha doğrusu Spartacus Blood and Sand'e. Ayrıntılar burda da olabilir.



Görüntüler, çekimler hakkat iyiymiş. Böyle ağır çekimler, değişik efektler vs. Başroldeki abi de iyiymiş tabii. Sevdim gibi. Ama bu kadar Roma entrikası, kan kin, şehvet nefret, baydı bir süre sonra. Rome da pek izlememiştim misal ben. Sürekli izlediğim ve bayıldığım tek dizi Six Feet Under idi. Bir de bir yere kadar Prison Break.



 Spartacus Blood and Sand'de bir kandır revandır gidiyor. Duvara yapışacak sandım abinin dişi bir an. Valla pek sert, oy vahşi, aman efenim erotik deniyor da, o kadar uzun izlemedim. Abiyle abla kavuşmuşlardı tam, uzanmışlardı kumsala, ablayı aldılar abinin koynundan, bi buruldum, yazıktır. Bir "300" havası var lakin.


Ama blood olacaksa true'sundan olsun, True Blood olsun derim ben.

İzleyelim bakalım, kanaatimiz oluşsun.

21 Eylül 2010 Salı

Salı ıslanır

Kabus görmekten hoşlanmam, hele kabuslarla uykumun defalarca bölünmesinden hiç... Bir de kabus görünce uykudan sıçrayarak uyanıp nerede olduğumu kestiremediğim o birkaç saniyelik an, ne fenadır... Resmen sersemliyorum.


Yağmurlu, kapalı havaları da pek sevmem. Kasvetlidir benim için. İçim daralır. Keyfim kaçar. Şehirde olanını pek sevmiyorum ya da. Şöyle kırda, deniz kenarında olsa... Neyse, bilemedim.
















Ve salyangozlar... Onları da pek sevdiğimi söyleyemem. Küçükken de sevmezdim. Dedemin bahçesinde gezerdi epeycesi, kediler de fıtı fıtı oynardı bunlarla. Bugün yağmur yağınca hepsi dışarı sökün etmiş. Bir sürüsü kaldırımdaydı. Çoğu ezilmiş. Kafam önüme eğik yürüyerek ve slalom yaparak birçoğunun hayatını kurtardım ama bir an kafamı kaldırınca... Çıtırt! Üzgünüm.


Ve bunların tümünün birleştiği 21 Eylül Salı, seni hiç sevmedim! Umarım bir an önce bitersin.

Not: Kasveti, Elvis Presley ile dağıtmaya çalışalım bakalım... Çıkardım kulaklığı, direkt ofis yayını... Dinleyiciler memnun. Bir çay içeyim de afyonum patlasın bari. Arkadaş masama Early Grey bırakmış sağolsun...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Obi & Yoda Diary_1


Obi & Yoda totodan yapışık uyurken...
Erken uyanan Yoda, aşağı atlamanın hesabını yaparken...

Dinler birleştirir mi ayırır mı?

Bu arada, afişteki espri, "My Name Is Earl"ün bir bölümünde vardı. Ekmek üzerinde İsa, hem de ütüyle. Hatta o bölümde Roseanne Barr melek rahibeye dönüşen komşu rolündeydi. Kim kimden fikir çaldı bakim?

http://2009.ifistanbul.com/filmler/religulous.aspx

Politik komedyen (nasıl bir tanımsa bu artık) Bill Maher, geçen sene  !fistanbul'da gösterilen 'Religuolus'ta "Dinler neden var?"ı sorgulamış. Bir nevi dine saran Michael Moore tavrıyla. Eğlenceli müzikler ve komik bir kurguyla...

Soruyor, dalgasını geçiyor, cevaplar arıyor. Ailesinin, Yahudi annesi dışında Katolik olması da kafasını karıştırmış belli. Ve dürtmeye, kanırtmaya başlamış. Bakire Meryem nasıl doğuruyor? İsa doğduktan 30 yaşına gelirkenki bölümde ne yaptı? Eşcinsellik neden Hristiyanlarca hastalık gibi görülüyor? E marihuanacılar için de ayrı kilise olabilir mi? (Kamyoncuların kilisesi var misal.) Bir insan bir kitap yazdı diye ölüm tehdidi almayı hak eder mi? E hoşgörü nerde? Dinler birleştirir mi ayırır mı? Tanrı tekse neden bu kadar din var ve neden "Benimkine inanmayan benden değildir?" anlayışı hakim? vs vs...



Zekanın kırıntısından dahi nasibini almamış adamlar karşısında kendine güveni geliyor. Çok güldüğüm bir film/belgesel, daha doğrusu seyirlikti. Çok güldüm. neye mi? İnsanların sorgulamadan inanmasına, kendi dininden olmayanı kabullenememesine... Nedeni sorulduğunda mantıklı bir cevap verememesine... Hele eskiden gay olup eskiden lezbiyen olan bir kadınla evlenip de eşcinsel düşmanı kesilen adama koptum.



Şarlatanlar, dini cebini doldurmak için insanlara karşı kullananlar, parayı vuran sürüngen sömürgenler, "Ben Mesih'im" diye insanları kandıranlar... 3 dine inananlara da bunları soruyor. Neye, neden inandıklarını... Kendine ve inancına güvenenleri sıkıştırdığı bölümler, din tacirlerinin maskelerini kulaklarına tıkaması açısından başarılı. İzlenmesi gereken bir çalışma bence. Güldürürken düşündürüyor. Evet. Valla.

İçi dışı bir olmak

Hafta sonu Body Worlds (Orijinal Vücut Dünyası / Yaşam Döngüsü) sergisine gittik. Adamlar (Gunther von Hagens) yapmış, görmek lazım dedik. Hakkaten yapmışlar, bedenlerini bu sergi için bağışlamış insanların derisini bir tarafa, kasıyla kemiğini bir tarafa ayırıp basketbol oynar, jimnastik yapar vs hallere getirmişler. Etkileyici...



Her şeyden önce "içimizi" gösteriyor. Sağlam organlar, hastalıklı olanlar; sigaranın, kanserin yaptığı tahribatlar, damarlar, sinirler, kaslar, kemikler... Hepsi göz önünde. Bunların hepsi çürüyor işte, ezcümle hayat yalan... Bu arada, beynimizin %10'unu kullandığımız da yalanmış.

Serginin son kısmında, bu bedenlerin nasıl hazırlandığı, nasıl bu hale getirildiği de gösterilmiş. Ne olur ne olmaz, aç karnına gitmeyin derim. Uzun yaşamın sırrı peki? Az stres, sağlıklı beslenme (bol sebze, meyve, bakliyat, balık vs...), çok hareket, bol gülümseme, sıfır sigara... Güzel ye, tüttürme, gamsız ol, sıkıntı biriktirme içinde yani.

En etkileyici 2 parça, koca bir zürafa ile üzerinde binicisi de olan attı sanırım. Evet "iç açıcı" idi, "içimiz" açıldı. Dış güzelliğin boş olduğu bir kez daha kafamıza çakıldı. Al işte, dışındaki yakışıklı/güzel derisini sıyırınca herkesin içi aynı. Derisini elinde pardesü gibi tutan adama dikkat etmenizi tavsiye ederim. O deri ne olmuş öyle yav, muşamba masa örtüsü gibi!



Gezin görün... Akabinde üstüne Karaköy Güllüoğlu'ndan baklava yiyin, mis!

17 Eylül 2010 Cuma

Faili meçhul kıyak müessesesi

Faili Meçhul Kıyak


"Pay it forward" filmi tadında bir oluşum var. "Karşılıksız iyilik yap, ama kendine saklama, bu bir zincire dönüşsün" felsefesi bir nevi. Biraz karma, ucundan 'My name is Earl' hesabı... Ama belki de değil, çünkü "E ben yaptım, sonra o iyilik gelip beni bulsun" denmiyor. Olayın özü, gizlice iyilik yapmaya dayanıyor. Fark ettirmeden. İyilik yaptığınız kişiyi mutlu edecek, gülümseteceksiniz. Zaten iyilik yapınca ortalığa çıkıp böbürlenmemek elzem. Ki iyilik de böyle olunca bir şeye benziyor bence. Anons edince değil. Ne demişler, yardım yaparsan sağ elin verdiğini sol el görmeyecek...

Bu hareketi başlatan kişi, Tunç Kılınç. Kendisi Fikir Atölyesi blogunun kurucusu, FMK'nin de yaratıcısı, fikir babası. Çoğu kişinin "Yemin ederim benim aklıma gelmişti!" dediği şeyi hayata geçiren adam. Kılınç da "Hayatı gereğinden fazla ciddiye alma" taifesinden... E doğru. Almayalım bakalım, n'olacak...


Kendisi bu hareketin özünü "Tanımadığınız birine, minik ama ona 'Aa, ne hoş' dedirtip 'iyi' gelecek güzellikler yapmaya, jestlerde bulunmaya" dayandırıyor. Bunu yaparken de saklanmak şartmış. Ve de akabinde bu iş için tasarlanmış FMK kartını olay yerine bırakmak. Gayet hoş geliyor kulağa... Uzaktan da izliyorsun ve kendini Robin Hood gibi hissedip yaptığın kıyaktan gururlu bir şekilde "Ne kıyak insanım ben be!" diyorsun...

Örneklere geçmeden önce diyeyim ki, bunun uygulanabilirliğini düşündüm. Mesela 'öküz' familyasından olan komşum geldi aklıma. Paspasımı sürekli, düzenli olarak birkaç metre öteye ittiren, gecenin körü bangır bangır arabesk dinleyip duvarları yumruklayan, dolap kapaklarını kafama kafama çarpar gibi kapatan; sigara izmaritlerini, masa örtülerini balkonuma atan caanım komşumu... Nasıl bir iyilik yapardım ona acaba? Hayır, yakında paspaslarını camdan fırlatacağım, az kaldı; ama bu iyilik mi kötülük mü olur, bilemedim. Balkondan girip dolap kapaklarını süngerle kaplasam, bu kendime iyilik olurdu ve FMK ruhuna sığmazdı eminim.

Kıyaklara bazı örnekler ise şöyle:

-Kandilde komşusunun kapısına üzerinde FMK kartıyla bir kutu kandil simidi bırakmak. Ödül olarak, akşam eve geldiğinde, kapısının önünde üzerinde kart olan bir kutu pasta bulmak.

-Bakkalın veresiye defterindeki borçlulardan birini rastgele belirleyip borcu kapatmak ve kartı bakkalın çırağıyla bu kişiye yollamak.

-Kafede çakmağı olmadığı için diğer masadakilerden ateş istemek zorunda kalan birinin masasına çaktırmadan kartla beraber bir çakmak bırakmak.

- Kendi arabasının buz tutmuş otomobil camını temizledikten sonra yandaki arabaların camlarını da temizlemek ve sileceklerine birer kart iliştirmek.


Kılınç'ın önerileri de bunlar:

-Köprüde arkadaki aracın parasını ödeyip gişe görevlisine FMK kartı bırakmak.

-Yeni açılmış bir dükkana gizlice “Hayırlı işler, her şey çok bereketli olacak” yazılı bir FMK kartı ve bir nazar boncuğu bırakmak.

-Lokantada diğer masanın da hesabını ödemek.

-FMK kartına 10 TL iliştirip “yanlışlıkla” düşürmek.

-Geçimini boş şişeleri toplayarak kazanan birisine, şişe içinde bulabileceği bir not ve 50 TL bırakmak


Güzel şeyler aslında, hoşluk... İncelik. Bazıları fazla gibi ama... Diğer masanın hesabını ödemek filan... Gerçi ben uygulamaya kalksam "Hanfendi bir şey düşürdünüz" diye peşimden koşarlar, ben de "Ya bırak kardeşim, al, aa!" diye helak olurum! Ya da duruma uyanan tinerci çocuklar peşime takılır, para gider; kartlar elimde kalır... Ne de olsa bazı şeyler de "incelikler yüzünden" gelir başa...

Ayrıntılar için

Enki Bilal

(eskilere devam)

Enki Bilal...  

Fütüristik, bilim kurgu-fantastik tarzdaki çizimleriyle dikkat çeken yetenekli illüstratör, çizer.





Bilal, Belgrad'da doğmuş ama Fransa'da yaşıyor.  "Nikopol Üçlemesi", bir ilki başararak, Fransa'da daha önce hiçbir çizgi romana verilmeyen "Yılın En İyi Kitabı Ödülü"nü almış.

Başta soğuk ve ürkütücü gibi görünen dünyası, bir süre sonra sizi içine çekiyor.
Ben şahsen çok beğendim, hayran oldum haddime düşmeden. Çok gerçekçi ama aynı zamanda bambaşka bir evrende ve boyutta gibiydi çizimleri.



Kusursuz bir tablo gibiydiler diyemem, çünkü hep bir parça koparılmış, yıpranmış, yırtılmış, kırılmış, eksik kalmış. Bu da onları gerçekçi kılıyor. Bu yetenek abidesi çizer, aynı zamanda dünyanın tek çizgi roman okulu Ecole Emile Cohl'da hocalık yapmaktaymış. Kitaplarının yanı sıra, filmleri de var.

Ayrıntılar için




Nasıl çizdiğini görmek için



Resmen "gelecekten" çiziyor, sanki rüyaya yatıp sabahına çiziyor. Galip Tekin kendisinden etkilenmiş, belli. Şahsen ben çok etkilendim, çizime yeteneğim olsaydı, bir şeyler kapmaya çalışırdım. Ama yok.

16 Eylül 2010 Perşembe

Barselona, Barselonaa, Barselonaaa!

Hola Barça!

Make a wish :)


Casa Mila


La Sagrada Familia




Plaza Catalunya




Gaudi House



http://gezi-notlarim.blogspot.com/2005/12/barselona.html

http://www.gezikolik.com/tr/Gezelim_Gorelim/Ispanya/Barselona/c_75_11_113.aspx

http://www.gezikolik.com/tr/Gezelim_Gorelim/Genel_Bilgiler/Ispanya/Barselona/Barselona_da_Bir_Gun_Icinde_Yapilacak_10_Sey_/e_10776.aspx

http://www.gezikolik.com/tr/Gezelim_Gorelim/Gezilecek_Yerler/Ispanya/Barselona/barcelona_gezi_notlari/e_12755.aspx

Olasılık, olabilirlik...

(eski defterleri açalım yine)
Rastlantılarla dolu bir hayat sürdürüyoruz. Birçok şey şans eseri oluyor hayatımızda. Evet, belirlenmemiş olması güzel, rastlantısal şeyler uçucu, sürprizli...

Olasılıklarla yaşıyoruz; olabilesi durumlardan bir şeyler umuyoruz. Hep olsun, olabilsin istiyoruz. Kendi seçimimiz gibi görünse de birçok şey; öyle olmuş, öyle denk gelmiş.


Teğet geçtiklerimiz de olmuş. O an orada olmasaydık, o lafı etmeseydik, o kitabı almasaydık, o an gülmeseydik... Her şey başka olurdu. Olur muydu? Görmeden bilemezdik...
Karşılaştırma şansımız da olmadı, olamazdı. İkinci şans olmaz, bir filmin iki sonu olmaz. Olsa bile anca Holywood filmlerinde olur.

Misal, "Rastlantının Böylesi" (Sliding Doors)...

(Spoiler içerebilir)

Rastlantının Böylesi - Sliding DoorsO treni kaçırmasaydı? Hayatta zamanlamalar önemlidir; doğru zamanda, doğru yerde olmak... Kader dedikleri budur belki de. Kolay ya da zor, bir karar veririz ama verdiğimiz kararın doğru olup olmadığını her zaman bilemeyiz.

Geç olsun, güç olmasın. Zaman en iyi cevaptır. Ve de en iyi ilaç. "Böyle olması gerekiyormuş" der, rahatlarız. Olabildiğince...

Başımıza gelen kötü şeylerde de beyin hep geriye sarar an'ları, "Oraya gitmeseydim", "Onu demeseydim", "Dikkat etseydim"... "Böyle olmazdı". Ama artık çok geçtir, olan olmuştur. Beyin ve kalp, zavallı bir savunma mekanizması geliştirir kendine, avunmak ister. Canı acımasın ister.

Possibility, probability... Olasılık, olabilirlik...


Bazı şeylerde geç kalmışızdır, küçük çocukların kavgalarındaki gibi önce başkaları görmüş, başkaları almış, başkaları yaşamıştır. Bize de kalanları yaşamak kalmıştır. Teğet geçmişizdir... Fark etmemişizdir. Olağanüstü anları ya da kişileri görememişizdir; belki de bakmamışızdır... Yanımızdan geçip gitmiş, o köşeden dönmüş, ufukta kaybolmuştur...






Bülent Ortaçgil, "Eylül Akşamı"nda çok güzel anlatır bunu:


"...
Aynı anda aynı sessiz geceye doğru
İçim sıkılıyor demişizdir.
Aynı sabaha uyanırken kim bilir,
Aynı düşü görmüşüzdür.

Olamaz mı? Olabilir.
Onca yıl, sen burada
Onca yıl, ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu Eylül akşamı dışında

Belki benim kağıt param,
Bir şekilde, döne dolaşa
Senin cebine girmiştir.
Belki aynı posta kutusuna,
Değişik zamanlarda da olsa

Birkaç mektup atmışızdır.
Ayın karpuz dilimi gibi batışını
İzlemişizdir deniz kıyısında.
Aynı köşeye oturmuşuzdur Köhne'de,
Belki de birkaç gün arayla.
Olamaz mı? Olabilir.

...
Bostancı dolmuş kuyruğunda,
Sen başta ben en sonda
Öylece beklemişizdir.
Sabah 7:30 vapuruna
Sen koşa koşa yetişirken,
Ben yürüdüğümden kaçırmışımdır.

Aynı anda başka insanlara
Seni seviyorum demişizdir.
Mutlak güven duygusuyla başımızı
Başka omuzlara dayamışızdır.
Olamaz mı? Olabilir."



http://www.dinleyiver.com/dinle-bulent-ortacgil_eylul-aksami.html


Olabilir, her şey olabilir...

15 Eylül 2010 Çarşamba

The Commitments


Müzikalleri sevmem ama müzikli filmleri severim. Beyzbollu filmleri sevip beyzbolu sevmemem gibi... Neyse, konumuza dönelim. 

1991 yapımı bir film "The Commitments". Yönetmeni Alan Parker. Ayrıntılar için:

İrlanda'da bir işçi mahallesi... İlla bir grup kurmak isteyen, Dublin'e soul (ruh) getirmek isteyen ve işçi sınıfına müzik yapmaya çabalayan eğlenceli tipler.

Kendileri için "Biz İrlandalılar, Avrupa'nın zencileriyiz." diyorlar. Zorla toplama gruptaki herkes ayrı telden çalıyor, ama olsun. Tadı burada zaten.

Menejerleri Jimmy Rabbitte, elemanları "itinayla" topluyor. Solist Joe Cocker'vari sese sahip kızıl bir abi, vokalist ablalar ise pek işveli. Eski müzisyen abiyi de katıyorlar aralarına, ki lakabı The Lips (dudaklar). Herkesin bir lakabı var zaten. Seviliyorlar da aslında, ama kader, kahpe kader...

Filmin soundtack'i enfes, soul'un nefis parçalarından "Mustang Sally" ruha iyi geliyor hakkaten. Çok güzel, eğlenceli bir film. 

İşin komiği, böyle bir grup var. Fimdeki gitarist Derek ve davulcu animal Billy olayı devam ettirmiş. http://www.thecommitments.net/

Filmden bir spoiler:

* Peder, eskiden ilahiler çalardım, ama şimdi tek Marvin Gaye'den "When a man loves a woman" çalmak... 
- Percy Sledge.
* Efendim?
- O şarkıyı söyleyen Percy Sledge, bende albümü var.

Aylak der ki: İzleyiniz, izlettiriniz.

Isn't it amazing?

Hothouse Flowers'dan:



Isn't it amazing
Isn't it amazing
We follow a winding path
Through towns of tears in laughter
Moved by the one spirit
And the spirit's moving faster
Closer as the great eagle soars
And we follow...steady
Steady as she goes

And every cry is a song
And every song is a prayer
And our prayer must be heard
Fill the air
And every cry is a song
And every song is a prayer
And our prayer must be heard
Fill the air

Got to find the right note
How to make the right tone
How to keep it true to ourselves
Where we are coming from
What matters most is us
What matters most is now
What matters is this
How it comes and where and how... passion

Every cry is a song
Every song is a prayer
And our prayers must be heard
To fill the air

Help us make peace
Amazing grace
Morning has broken
Imagine
Trumpets
Knocking on heaven's door
In the garden
Forever young
No woman no cry
Ag criost an siol
Open up, open up the doors to your heart
You might need somebody, you might need somebody
Thank you for letting me be myself again"


Mutluyum, mutlusun, mutlu... mu?

Hayatınız boyunca hayaller kurdunuz. Kararlar aldınız. Kendi kendinize verdikleriniz yetmedi, çevrenizdekilere de sözler verip durdunuz. Çoğunu tutamadınız. Tutamayacağınızı da biliyordunuz aslında. Sırf siz mi? Koş koş, durma; çalış, daha çok çalış... Eee? Elde kalan ne? N'oldu netice itibariyle? İş diye bir şey var hayatta bir yandan. İş, iştekiler, dengeler...
Orada mutlu olmak için de taktikler geliştirmek gerekiyor. Bir grafikle anlatmak gerekirse:



Elde kalan, biraz daha kırışmış bir yüz, biraz daha yorulmuş bir beden, üşengeç bir zihin... Bunu geçelim, nasılsa olacak. Kaçışı yok. Çok da mühim değil. Asıl, yarım bırakılıp oraya buraya tıkıştırılmış hayallerle, "Ama daha şunu yapacaktım, buraya gidecektim, sonra sonra deyip erteledim!" hayıflanmaları... Fena olan onlar. Zaman, bizim uydurduğumuz bir şey. Hızla geçişine acınırken, bir şekilde dilimleyip böldüğümüz bir kavramtrak. Acıması yok, durup beklemesi hiç yok. O yüzden bırakın somurtup durmayı, gülün ulan!


Evet çekirge, en fenası "keşke" demek. 17 yaş civarımdayken, Kordon'da yaşlı bir amcayla teyze gülümseyerek kolumdan tutup, (artık kim bilir neye) deli gibi gülen bana şunu demişti: "Bu yaşının ve neşenin kıymetini bil, olur mu?". Gülümsemişlerdi ama ben duralamıştım biraz. Bir de etek, mor tişört ve mor Converse'imi beğendiğini söyleyip "Çok yakışmış!" demek için beni durduran, tanımadığım yaşlı teyzeye afallamıştım böyle. Durduk yere mutlu olmuştum ama. Yine gülerek devam etmiştim yola. "Aa, deli mi ne?" gülüşünden çok, "Ay, ne tatlı kadın!" gülüşü...

İnsan hep öyle kalacakmış gibi bir yanılgıya kapılıyor, ne garip. Bu "Allaam, uiy, yaşlanıyoruuum!" yazısı değil, az çok mutlu geçirdiğim hayatımı, mutlu devam ettirme isteği konusunda kendime bir uyarı. "Unutma, bu günler de geçecek. Bu anın da kıymetini bil" hatırlatması... Herkes mutlu olma derdinde, kimse mutlu etmekten bahsetmiyor. Bana kalırsa mutlu olmak, mutlu etmeye bağlı. Bazen kedi gıdısı ya da patisi olur, bazen anne sarılışı, bazen sevdicek öpücüğü...

Aghh, çok geyiğim lanet olsun ki esteban, ah açeydim kollarımı da sus diyeydimm, içindeki çocuğun kafasına vureydiiim!


Ailem, dostlarım, sevdiceğim, kedilerim... İyi ki varsınız ve hayatımdasınız! Mutlu olma, mutlu etme sebeplerim. Size veda etmek zorunda kalacağım an'ı hep öteliyorum beynimde. Öteden beri dibe itiyorum, düşünmek bile istemiyorum... (Az kaldı, "Beni sizler var ettiniiz, aylağınız size kurbaaaan olsun!" dememe)

Ne bu be, erken vasiyet gibi olmuş. Ee olmuşken, tam olsun madem; kitaplarımla fotoğraflarımı aileme, defterlerimle Şarlo kuklamı sevdiceğime, CD'lerimle gümüşlerimi arkadaşlarıma bırakıyorum. Fularlarımla deri ceketlerimi de en eski can dostuma... Başka da kayda değer bir şeyim yok zaten. Ha, kedilerimle pikabım var bak. Onlar da sevdiceğin olsun.

Fonda Hothouse Flowers'dan "An Emotional Time" çalıyor, nedense aklıma Faith No More'dan "Easy" geldi. Mike Patton, adamım!

14 Eylül 2010 Salı

Berlin Duvarı'nın yıkışının 20. yılında dev kuklalar

Ekim 2009'da Berlin Duvarı'nın yıkılışının 20. yılı için birçok etkinlik yapıldı. Brandenburg Kapısı önünde U2 konseri vs. Benim ilgimi ise nedense dev kuklalar çekti. Brandenburg Kapısı ve Müze Adası'yla birlikte neredeyse tüm Berlin'i turlayan kuklalar gerçekten görülmeye değerdi. milyonlarca insanı da Reichstag'ın (parlamento binası) oraya topladı.

İki Almanya'nın birleşmesi, bir amca yeğenin kavuşma öyküsüyle canlandırılmıştı ve arkalarında bir adım atmaları için bile epeyce ter döken bir ekip vardı. Kendi çektiklerimi bulana dek, şimdilik gugılladıklarımla anlatmaya çalışayım...