31 Ocak 2014 Cuma

Hide

Saklanıp sığınmak istiyor ya insan bazen. Böyle görünmeyen ağır yorganlar altında tortop olup kendi içine büzülmek. İşte öyle bir şey...

İç ses: Olur öyle bazen, geçer sonra.
Dış ses: Fırk, hımını.

Neyse, bugün cuma, yarın yolculuk var. İyiceyim. Pastiller, karanfilli tarçınlı ıhlamurlar içimize de iyi gelsin. Vicks buğu açsın tüm tıkanmışlıkları. Oh, mis. Sevdim bu siyah beyaz fotoğrafları.

Fotoğraf: Jill Freedman
Fotoğraf: Gregory Colbert


Bu en sondakini kim yapmış bilmiyorum ama sesli güldüm. Bkz. Vavien

29 Ocak 2014 Çarşamba

Fırk fırk


Bu, ofisteki masamın hali. İzmir dönüşü şifayı kapmışım; ses oldu boru, burun ise patata. Hapşırıklar peşpeşe. Nurofen, burun açıcı Vicks ve pastile ek olarak bitkisel yollara da başvuruyorum. Bey sağolsun tavuk suyuna çorba yaptı akşam bana, oğlanlar da termaforluk ettiler gır gır.

Ofisteki çaycı abi ise bana bi sallama ıhlamuru bile getirmeyince, dedim kendim yaparım, n'olacak... Evden french press, limon, kabuk tarçın, karanfil ve ıhlamur aldım yanıma. Bir de abimin aldığı portakal sıkma makinesiyle evdeki 4 sıkma portakal. Attım hepsini pazar çantama. Nedir yani, altı üstü ıhlamurla portakal suyu. Metro ve metrobüste çift çantayla gelebildikten sonra... Tuvalette kızlar fişe taktıkları maşalarla saç ütüleyebiliyorsa, ben de mutfakta da fişe taktığım şeyle fır fır portakal sıkarım. İçtim, iyi geldi sanki biraz. Psikolojik olarak yani.

Çaycı abi geldi demin, masamdakilere ve burnuma bakıp "Ah, kıyamaaam" dedi, "Yaa" dedim, "Bana bir sallama ıhlamuru çok gördünüz, tesisat kurdum buraya." Kıyamadı hakkaten, gitti bir fincan ıhlamur da o getirdi. Tüm çemkirmelerimi geri aldım.

Kars'a kadar toplamam lazım bünyeyi. Gerçi -25 dereceden, damlardan uzayan buz dikitlerinden bahsetti sabah arkadaşlar. Çıldır'ırım gidemezsem, ayh neyse, kelime oyunlu kötü espri. Anne, okuyorsan için rahat etsin; daha iyiyim. Sabaha kadar 1-2 pijama değiştirecek kadar terledim, vücut artık kendini toplar. Kimse tanımasa da telefonda sesimi, duyduğun kadar fena değil vaziyet; Vicks buğu hakkaten lavabo aç etkisi yapıyor. 

Alışveriş listeme sıkmalık portakal, greyfurt, limon eklemem lazım. Evdekiler bitti. Bitkisel yöntemler hayat kurtarıyor, pazartesiye göre daha iyiceyim. Alışveriş listesi demişken, Yaşarken Yazılmış Tarih'te Michelangelo'nun alışveriş listesini gördüm. Pazara kendisi gitmeyip hizmetçisini gönderen ressam, kadıncağız okuma-yazma bilmediği için listedeki şeylerin resimlerini çiziyormuş. Listeye bir göz atınca ekmek, balık, ançüez, tortellini ve şarap dikkat çekiyormuş. 

 
Listenin orijinalini görmek için gidilmesi gereken yer de şurası: Casa Buonarroti Müzesi.

26 Ocak 2014 Pazar

68




Bugün babamın doğum günü... Eğer yaşasaydı 68 yaşına girecekti bugün. O yüzden bu hafta sonunu geçirmek üzere geldim İzmir'e. Arada hem annemi gördüm, hem babamı ziyaret ettim... Ama gelişimi bu hafta sonuna denk getirmemin asıl nedeni, doğum gününde babam ve aramızdan ayrılmış iki arkadaşının anısına oluşturulacak hatıra ormanıydı. Üçü adına dikilecek fidanlarla büyüyecek kocaman bir orman...

Sabah erkenden buluştuk, kara bulutlar ve sağanak gözümüzü korkutsa da; günü kararlaştırmıştık. Üç aile; eşler, çocuklar, torunlar... Urla yakınlarındaki Kadıovacık Köyü'ne gitmek üzere düştük yola. Çeşme civarında sileceklerin yetişmediği bir sağanak dövdü yolları ama köye girdiğimizde sanki bıçakla kesildi yağmur.


Zeytinlikler içinde çok güzel bir köy, Kara Ahmet'in Yeri'nde kahvaltı ettik; köy yumurtaları, mis domatesler, kendi yaptıkları zeytin ve zeytinyağı, ıhlamur... İçeride lüks lambası, çıtır çıtır yanan odun sobası ve tahta masalarla sandalyeler... Üç kuşak koşturdu her bir şeyin eksiksiz olması için. Ahmet Amca, oğlu, torunları. Ahmet Amca "Kara Ahmet" lakabındaki gibi esmermiş gençliğinde, şimdiyse pamuk gibi bembeyaz saçları... Kahvaltı faslı bitince az ilerideki dikim yerine gittik. Birkaç fidanı diktik, tabela da yerine yerleşti. Fidanların kalanını da orman işçisi abiler halletti sağolsunlar... Baharda 2000 fidanın kalanı da ağaç ve orman olmak üzere toprakla buluşacak. Hem burulduk duygulandık hem de mutlu olduk.


Bugün, babamı ve iki arkadaşını bizimle, orada, yanımızda hissettim. Urla'nın Kadıovacık Köyü'nde üç arkadaş, ağaçlarla yaşamaya devam edecek. Eminim yanımızdaydılar bugün. Doğanın kucağında, huzur içinde yatsınlar... İyi ki doğmuşsun babam, iyi ki benim babam olmuşsun...


23 Ocak 2014 Perşembe

Ho Hey

Bazen sadece dinlemek de iyi gelir. The Lumineers şarkılarını peşpeşe diziniz, dinleyiniz; iyi hissediniz...
Seviyoruz merkez.

Bir başlık bulamadım bu sefer

Akşam yogadan döndüğümde başladım Melisa'nın kitabına. Sabırsızlanıyordum okumak için. Kırmızı koltuk, mavi polar battaniye ve iki kara kedi eşlik etti keyfime. Balık krakerler, sakin göllerin kuğusu filan derken daha ilk satırdan içine aldı. Sanki ben okumuyormuşum da, Melisa oturmuş karşıma bunları sesli sesli bana anlatıyormuş gibi. Kulağımda sesiyle çevirdim sayfaları. 

Babamı kaybettiğimde eve ziyarete gelmişti sevdiğim başka bir arkadaşımla. Ki o diğer arkadaşım, kedilerimin ananesi olur. Ne zamandır görüşememiştik. Konunun ağırlığı bir şeyleri boğazımıza dizer gibi olsa da, hayat deyip makarna ve salata yiyerek konudan konuya atladığımız güzel bir akşam geçirmiştik. Çok sevinmiştim gelmelerine. Araya giren bunca zamana/insana inat görüşebilmeye de. İsteyince oluyor, görüşülebiliyor. Ve insan böyle zamanlarda can birilerini yanında hissetmek istiyor.

Konuyla alalası yok ama, başıboş kalmasın buralar dedim.

Ayak bileğimi pek sanatsal bir şekilde kırdığımda da, Melisa eve de hastaneye de gelmiş ve canım sıkılmasın diye ipod'uyla güzelim müziklerini bırakmıştı bana. Hem kaç insan başsağlığı ziyaretine mis kokulu mandalina ve çömlek güveç tenceresiyle gelir ki, seviyorum bunları getiren iki kişiyi de!

Babamı kaybettiğimde beni üzen şeylerden biri de, o ıssızlık hissi dışında 1997'den beri yaşadığım İstanbul'da biriktirdiğim bazı şeylerin/kişilerin gerçekliğine dair yaşadığım o koskocaman şüphe oldu. 5 ay oldu babamı kaybedeli ve hala evime bir başsağlığına bile gelmeyen bir sürü "arkadaş" sayabilirim. Ki isimleri hiç önemli değil. Bana çok yakın oturanlar var içlerinde. Bunu zamansızlıkla/meşguliyetle açıklayıp gülünç olmaya çalışmazlar umarım. Artık söylenecek pek bir şey de kalmadı zaten. Böylesi komik bir bahaneye inanmamı beklemeleri, daha da üzücü olurdu benim için. 

Hele evi neredeyse dibimde olan birine diyeceğim şuydu: "Evlendim nikahıma/düğünüme gelmedin, babam öldü başsağlığına gelmedin. E ne ölüye, ne diriye! Böyle arkadaşlık mı olur, arkadaşlık böyle bir şey midir?" Evet, sana laflar hazırlamıştım ama inan çok yorgunum. Sanırım sadece susmakla yetineceğim, insanın kırıkları acıyor bazen konuşurken.

Sadece şu oluyor, insanın içinde bir şey "çıt" diye kırılıyor. Selvi Boylum Al Yazmalım'daki sorunun benzeri sorular gelip çörekleniyor içine. "Sahi sevgi neydi? Arkadaş kimdi? Dost hanginizdi?" Anlaşılan bazıları için cevap yerine gelecek şey, koca bir boşluk. Aramadılar hiç, aramadım. Gelmediler, beklemeyi bıraktım. Bir şeyler eksildi ya da yer değiştirdi. Şimdi kocaman bir sessizlik, böyle tuhaf bir suskunluk var orta yerimizde. Kendi içime atmıştım, evet susmak bazen her şeyden kıymetli ama, bugün buraya dökülüverdiler işte. O yüzden biraz ıssızlaşarak girdim 2014'e. Ama güzel gelmesi ve geçmesi için umudum var.


Melisa'nın öykülerini okurken bu kayıplarımızı da düşündüm. Sonra kaç kez yazıp yazıp taslaklara kaydettiğim istifa maillerini. Enter'a basıp gitmeyi, uzak bir yerlere kaçmayı ne kadar çok istediğimi hatırladım. Daha geçen gün teşebbüs etmiştim buna. Masamdaki ve çekmecemdeki her şeyi boşaltıp gitmeye hazırlanmıştım. 4 yılda biriken nedir ki, bol bol kağıt çöpü, ıvır zıvır... Sonra kocamla, annemle ve abimle konuşup içlenerek ağlamaklı boş bir çuval gibi uzanmıştım kırmızı kanepeme. Geçmişti bir süre sonra.

Sabah kitabı okumaya dalınca metro durağını kaçırdım, tekrar binince biraz daha vakit kaldı okumak için. İşe de biraz geç kaldım, ama ne gam. Geçenlerde de kitaba dalıp metrobüsten Boğaziçi manzaralı bir yerde inmiştim, neredeyse Avrupa yakasına geçiyormuşum. Metrobüse giderken, ters yöne giden yan banttaki bir kızın elinde Dünya Ağrısı'nı gördüm, tanımadan yakınlık hissettim. Tuhaf bir his. Hoşuma gitti.

Yine ofise gidip normalde çoğuyla iki laf etmeyi içimin istemediği insanlarla hasbıhal edecek, saçma sapan mailleri okuyacak, her biri birbirinden acil işleri yetiştirmeye uğraşacak, yöneticimin acıklı ve sahte bir yüz  ifadesiyle söylediği buçuklu yüzdeli komik zam miktarına sinirlenecek, birilerine cevap yetiştirmeye/dert anlatmaya çalışacak; bilgisayarımda çata çuta bir şeyler yazarak ve sonlara doğru dakikaları sayarak bitireceğim bir güne daha başlayacağım. Oysa masanın altına bir minder atıp arkadaşımın kitabını okumak istiyorum sadece.

Arkadaşım yollamış bunu da, pek sevdim
Bir de ziyaret yapacağım bugün, içi acıyan birini teselli etmek için. Becerebilir miyim bilmiyorum. Arpi'sini kaybeden teyzem, 3. kemoterapisini aldı Pazartesi. Yaşı olduğu için üzülmesin, morali bozulmasın diye kemoterapi aldığını söylememiştik. Doktorun yeni bir tedavi denediğini sanıyordu. Kanser olduğunu, ciğerlerine sıçradığını biliyordu ama evhamlanmasın istedik. Dün saçları parça parça eline gelmiş ve yarım saat içinde neredeyse hepsi evin her yerine dağılmış. Doktor böyle bir şeyi öngörmediği için duyunca şok olduk. Haliyle o da. Bilsek, böyle bir ihtimalin varlığından söz edip biraz olsun hazırlanmasını sağlamaya çalışırdık. Akşam, rahmetli dedemin berber dükkanındaki çocuklar gelip kazımışlar tüm saçlarını. Telefonda konuşmaya yüreğim elvermedi, yanına gideyim istedim. Yanıma koca bir demet de nergis katarsam, biraz olsun yüzü güler umarım.

Bunu da internetten aldım, Diyarbakır'da nergis satışları artmış

22 Ocak 2014 Çarşamba

İyileşin diye bekliyoruz biz

Günlerdir yüreğim hoplayarak sağlık haberlerini takip ettiğim iki isim var: Ara Güler ve Nejat İşler... İkisinin de bir an önce sağlığına kavuşması elbette dileğim. Ara Güler, buralarda fotoğraf denince akla gelen ilk isim. Leica'nın, adının yazılı olduğu bir Leica fotoğraf makinesi hediye ederek onurlandırdığı bir üstat. Devasa arşivi, Türkiye'nin siyah beyaz tarihçesi gibi.

Hep o tatlı ve huysuz tavrıyla "Fotograf sanat değildir yav!" deyip "fotograf sanatçısı" değil de "fotomuhabir" olduğunun altını çizmeye özen gösteriyor. Onun için hikaye sokaklarda. Herhangi bir röportajını okurken/izlerken gülümsemeden edemiyorum. Hatta onun gibi kıs kıs gülüyorum. Çok da doğru bir tespiti var: "Sanat olmasına lüzum yoktur fotografın. Fotograf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun. Bir makina ile tarihi durduruyorsun"

Ünlü birisinin hasta olduğu haberi geldiğinde hemen "Ay öldü", "Amanın ölecek" diye çıkan baykuş dedikodularına şöyle bir cevap vermiş kendisi. Tam hınzır bir adama, ona göre bir hareket. Sesli güldüm yine.


Nejat İşler de sevdiğimiz bir insan. Ben üniversitedeyken Teşvikiye Camii'nin duvarına dizdiği kitapları satardı. Uzun kıvırcık saçlı, deri ceketli, güzel gülüşlü bir adam. Sonra süt reklamında oynadı, daha sonra da Şehnaz Tango dizisinde. Ve diziler, filmler peş peşe geldi.

Ortağı olduğu bir sahafı, bir de Tezgah diye bir barı var. Arkadaşları, hala Kemancı zamanındaki arkadaşları. Küçücük kızların o sahafa da Tezgah'a da onu görebilmek işin nasıl üşüştüğünü görmüştüm. Ama o bu ilgiden hiçbir zaman delice hoşlanmayan, kendine ait bir alanı olsun isteyen bir adam oldu hep. Kafasına göre yaşadı. Sıkıldığı yerde bıraktı. Ünlü olma halini ve kısıtlanma halini de sevmedi. Kendine bir korunma duvarı ördü, bir duruş edindi yıllar içinde. Değişmedi, poz kesmedi.

O yüzden "Abi deli gibi içiyormuş, belliydi böyle olacağı. İçe içe ciğeri bitirdi tabii" diyen de, "Eh, kendi etti kendi bitti, ölür bu" diye sinsice zevk alır gibi söylenenler de canımı sıkıyor. Bu ölüsevicilik midemi bulandırıyor. Dirensin ve ayağa kalksın. Yine kendi istediği gibi yaşasın, istediği şeylerde oynasın. Kafasına göre takılsın. Biz uzaktan uzağa onu sevmeye devam edelim, yapış yapış olanlar da bir düşsün yakasından. "Eyvallah" desin yine o, güzel güzel oynasın. Baykuşlara da, sevgi kelebeklerine de inat.


Geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden Halet Çambel hakkında yazılmış güzel bir yazı okudum geçen gün. Atlas'tan tanıdığım bir arkadaşım yazmış. 98 yıllık dopdolu bir ömür Halet Çambel'inki. Unutulmayacak işler yapmış ama mütevazılığıyla şaşırtmış bir güzel insan.

"Arkeoloji öğrenimini, daha sonra eski diller üzerinde doktora da yapacağı Paris Sorbonne Üniversitesi’nde tamamlamış, ölü dillerin yanı sıra, yaşayan birçok lisanı da çok iyi bilen, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ama en saygın bilim kadınlarından. İçecek suyu bile at sırtında taşıdığı Toroslar'ı, Atatürk ve İnönü’nün yakınındaki seçkin aile yaşantısına, Karatepe’de kurduğu çadırı, İstanbul Boğazı’ndaki yalıya tercih eden bir insan..."

"Öğrencilere okul yerine sahada eğitim vermek, prehistorya eğitiminde bilimsel metodolojinin uygulanması, kazı verilerinin çevrede halen yaşayan kültürle birlikte değerlendirilmesi, doğa bilimlerinin arkeolojik araştırmaya dahil olması…
Türkiye arkeolojisinde bu uygulamaların hepsi onunla başlamıştı."

Yazının tümü şurada. Halet Çambel, çok şey kazandırdığı toprağın bağrında huzur içinde uyusun...


Bu arada, biraz önce Robinson'dan paketim geldi. "Dünya Ağrısı", "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz" ve "Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri" şu an masamda; çok mesudum.


21 Ocak 2014 Salı

Hadi bi el verin

Fotoğraf: Esra Özdoğan
Arkadaşım çekti bu fotoğrafları Pazar günü. Kalabalık oradaydı yine. Çoluk çocuk. Korkmadan kardeşçe yaşayabilmek için, adalet için, Hrant'ın katillerinin cezalandırılması için seslendiler. İçini intikam bürüyenlere de duyurmak için. Bu topraklarda 19 Ocak birçok tarih, Hrant Dink birçok kayıp içimizi oyuyor acıyla. Ama bu hayatta ürkek güvercinler ve onları hoyratça öldürenleri içine sindiremeyenler de var. Hâlâ... Umut, hepimizin ihtiyacı.

Hâlâ "Ama Ermeniler de şunları öldürdü, bunlara niye ses etmediniz?" diyenler var. Mevzuyu oraya indirip orada da kalanlar. Kanı kanla yıkamak için bu kadar çabalamayı, böylesi bir nefreti anlamaya çalışmak, insanın yüreğini sıkıştırıyor. Ne bildin onlara ses çıkarmadığımızı? Ne bildin o ölümlere oh çektiğimizi? Nedir bu ölümleri yarıştırma, acıları ölçme yarışı? Size göre "onlardan" biri daha ölünce ferahlayacak mı içiniz, yüreğiniz soğuyacak mı?

Ben Arpi teyzenin cenazesinde de hissetmedim o rahatlamayı, Hrant Dink kaldırımda boylu boyunca yatarken de. Kan aynı kan, giden aynı can ve geride kalanların acıyan kalbi de aynı kalp. Nasıl bir farklılık var sizin için? Görünmez bir yerlere bir çentik daha mı atıyorsunuz, giderek sayıları azalan o insanlardan biri daha gidince?

İnsanları milliyetleri üzerinden yargılamak, tabutlarını bayrakları üzerinden damgalamak  çok tuhaf. Acımasızca. Ben kimseyi öldürmedim. Hrant Dink de kimseyi öldürmedi, öldürülmesi için hedef de göstermedi. İma bile etmedi. Öyle bir insan değildi, yazılarından birkaçını okusanız anlardınız belki. Bazı hatalardan/acımasızlıklardan neden o millete/ırka mensup herkes sorumlu olsun? Hrant Dink öldürüldü ama bazıları için gavurluktan kurtulamadı. Ülkesini sevdiğini iddia eden bazıları, bunca yıldır nefret kusmaya devam ediyor. O kocaman kinleri, nefretleri ve höt höt halleriyle acınası haldeler.

Zamanında, böyle düşünen insanların yazdığı bir foruma merak edip bakma gafletinde bulunmuş ve okuduklarıma inanamamıştım. İçlerinden biri, ciddi ciddi sesleniyordu "ırkdaş"larına. Bir  kızla evlenmek istediğinden ama kızın diş yapısının bozuk olduğundan ve Türk ırkında da böyle bir bozukluk olmayacağı için kızın soyundan şüphe ettiğinden, çocuklarında da aynısının olmasından endişe ettiğinden dem vurup kızla evlenmeli miyim diye soruyordu arkadaşlarına. Hissettiğim ilk şey dehşet olmuştu, böyle insanlar da var etrafımızda. Aynı havayı soluyoruz, aynı dolmuş kuyruğuna giriyoruz...

Hrant Dink'in istediği, kendisinin de vatanı olan ülkeden bir şey çalmak olmadı bazılarının zannettiği gibi. Kardeşçe yaşayabilmekti tüm derdi. 

Kızı Delal'in yıllar önceki mektubunda babasının ardından dediği gibi:

"Hadi birlikte ittirelim o kapıyı. Hadi be, gelin birlikte kaldıralım şu adamı o kaldırımdan, sonsuza kadar. Nasıl birazcık kalkıp geldiyse Hrazdan Stadı’na göbek atmaya, coşmaya, gelin, öyle bir şeyler yapalım ki, hiç yatmamak üzere kalksın o kaldırımdan. 

Bırakmayalım orada kanamaya devam etsin. O orada yattıkça ve kanadıkça acıyor, acıtıyor... Gelin, bırakalım, geçsin sınır kapısından, bir o yana bir bu yana. Kedi-köpek koştursun sınırda, hayalindeki gibi. Hadi be, Ermeni’siyle, Türk’üyle... Hadi, tutun babamın bi ucundan. Uzatın elinizi. 

Merak etmeyin, zaten o nazlanmaz, hele sizi hiç kırmaz, bir dediğinizi iki etmez, hemen kalkar, sizinle birlikte sınır kapısında gidip göbek atmaya. Yeter ki bir el verin."


18 Ocak 2014 Cumartesi

Cumartesi güneşi, Peace Love & Misunderstanding

Sabahın 8'inde nedensiz bir enerjiyle uyandım. Evi toparladım, temizledim; kedilerle oynadım filan. Kahvaltıya vakit bulamadan çıkıp ofise geldim. Bu hafta, Cts nöbeti bendeydi. Halıları yıkamışlar, tadilat var, ortalık darmaduman; neyse ki fazla uzun kalacak değilim. Müzik dinleyerekten birkaç işimi halledip çıkacağım. Kimse yokken ofiste çalışmak hoşuma gitti aslında. Sakin... Ama hava da burada harcanamayacak kadar güzel, güneşli. Hem hafta sonu da haftada bir kere geliyor. Çıkışta arkadaşım E ile buluşacağım. Yoda-Obi onu pek özlemiş.

Kitap okumaya çalışıyorum bir yandan, arkadaşımın hediyesi Zadie Smith'in "İnci Gibi Dişler"i biraz sürünüyor elimde. Pek vakit bulamadığımdan. Biraz da tasvirler pek uzun olduğundan. Hatta "Olmayan Kelimeler" ajandasında şöyle bir tanıma rastladım, hah dedim, isabet!


"Histerik gerçekçilik: Aşırı uzatılmış, gürültülü; hummalı bir eylemlilik, tuhaf karakterler ve ana hikayeden uzun uzun sapmalarla dolu edebiyat türü. İlk kez James Wood, Kasım 2000'de Zadie Smith'in 'İnci Gibi Dişler'i için Prospect'teki yazısında kullanmış."

Robinson'dan paketim pazartesi gelirse, arada Melisa'nın kitabına da başlayabilirim gibime geliyor. Daha sırada Ayfer Hanım'ın son romanıyla, ne zamandır elimde dolanan Alice Munro var. Bir kitap açgözlülüğü var bu ara sanki bünyede, evde de biriktiler. Neyse, sıra gelir elbet.

İhsan Oktay Anar'ın da yeni kitabı "Galiz Kahraman" da çıkmış; en sevdiğim yazarlardan. Ve en gizemlilerinden :) Salinger gibi huysuzluk boyutunda olmasa da mütevazı kişiliğini ve gizemini seviyorum, "Puslu Kıtalar Atlası"nı ilk okuduğumda feleğim şaşmıştı benim. Hediye gelen "Yedinci Gün" de evde sırada.


Ofiste bir şeylerle uğraşırken, geçen akşam izlediğim film geldi aklıma. Açtım, müziklerini dinliyorum internetten. Salonda kartpostal yazarken bir yandan da televizyondaydı gözüm. Hippi kılığında bir Jane Fonda görür gibi oldum. Bir de şahane gülümseyişiyle Jeffrey Dean Morgan belirince ekranda, film daha çok ilgimi çekti ne yalan söyleyeyim :) Orta yaşlarına yaklaşmış avukat bir kadın, boşanma arifesinde iki çocuğuyla hippi annesini Woodstock'taki çiftliğinde ziyarete gidiyor.

Aslında annesiyle tuhaf bir ilişkileri var; çünkü daha çok kadın anneymiş de annesi de onun ergen kızı gibi. Ot satmaktan hapse giren anne, onu çıkaran avukat kızı... Araları haliyle limoni, kadın birçok şey (sorumsuzluğu, ilgisizliği, saçma sapan davranışları vs) için annesini suçluyor. Anne ise artık onu cezalandırmaktan vazgeçmesini (20 sene görüşmemişler) ve biraz rahat olmasını istiyor filan...

Torunlar bu durumdan pek şikayetçi gibi görünmüyor tabii. Biri film çekme derdinde ergen bir oğlan zaten. Eh, eğlenceli, kafa bir anane! Ben o yaşta kafamda o kadar saç olmasını isterdim mesela. Bir de o kadar neşeli olabilmek hiç fena olmazdı hani. Her şeyi açık açık konuşabildikleri, onlara "Ne, daha kız arkadaşın yok mu? Nerede yaşıyorsun sen?" filan diyor. Bizde abiler amcalar filan, daha utandırıcı bir şekilde soruyorlar bu soruyu oğlan çocuklarına...

Adı Peace, Love & Misunderstanding'miş. Böyle arıza, enteresan şahsiyetlerden oluşan aileli  filmleri seviyorum. "Little Miss Sunshine"daki aile gibi. Benim ananem gayet tonton, normal bir anane mesela. Sürekli "Ay çok hastayım, bugün bi fenalığım var" diyen ve nefis sütlaç yapan ananelerden.

Film eğlenceli, güzel vakit geçirtiyor. Güzel manzaralar, şirin evler, Woodstock filan var. Müzikleri de hiç fena değil. Merak ederseniz, bu da tanıtım şeysi:



16 Ocak 2014 Perşembe

Beginners, Kars ve bağzı şeyler

Dün ofiste saçma bir telaş vardı, bir nevi zırva denetimden ötürü. Gerim gerim gerildi herkes. Bir tür tiyatro döndü, olmadığımız gibi olunmaya çalışıldı falan filan. Komik. Ben de bu müsamere esnasında kıs kıs gülerken, Robkart'la kitap siparişlerimi verdim internetten: Ayfer Tunç'un "Dünya Ağrısı", Melisa Kesmez'in "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz"i ve Cemal Dindar'ın "NAL: Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri".  Yaşasın!

Robinson'un sitesinde gözükmüyordu "Dünya Ağrısı". Telefon açıp sorduğumda pek kibar bir kız kitabın yeni geldiğini, diğer iki kitabın kargosuna ekleyebileceklerini söyledi. Siteye girip tekrar sipariş vermeme gerek kalmadan çözüldü. İnternetten kitap alışverişi konusunda pek becerikli sayılmam, ama bu hakkaten tereyağından kıl çeker gibi kolay oldu. Dostum E'nin de desteği sayesinde. Şifremi unuttum, tekrar üyelik için uydurduğum şifre de eskisiyle aynıymış meğer. Bilinçaltım Robkart'a hep aynı şifreyi münasip görüyor demek. Neyse, heyecanla bekliyorum kitaplarımı!

Google Doodle dedi, bugün Dian Fossey'in doğum günüymüş. "Sisteki Goriller" filminde hayatı anlatılan kadındır kendisi. Kaç kez izledim filmi, her seferinde ağlarım. Babamla ikimizin en sevdiği filmlerden birisidir. Ruanda ormanlarında gorilleri tanımaya/araştırmaya adanmış ve ne yazık ki onları korumaya çalışırken vahşice bir cinayetle sona erdirilmiş bir hayat... Çok üzücü. 18 yıl ormanda gorillerle yaşamış, onlar hakkında birçok şey öğrenirken onlarla yakınlaşmış; öldürülmemeleri için hayatı pahasına mücadele etmiş bir kadın... Soğuk nevale gibi gelen Sigourney'nin sevdiğim ender rollerinden biri.

 



Geçen gün arkadaşım Çağrı'yla kendimiz için bir şeyler yapmaktan bahsediyorduk. Rutin hiç bitmiyor; işe git-eve gel, eve git-işe gel. O, ne zamandır istediği aikido'ya başlamış. Pek mutluydu. Ben de dün yogaya başladım. Daha önce hiç yapmamıştım, şirkette yoga dersleri vardı;  katılayım bari dedim. Annem yoga ve pilatesin ona çok iyi geldiğini söyledi. İlk ders nefis geçti, kendimi iyi hissettim. Hem bedenen hem ruhen... Kırık bir ayak bileği ve menisküslü bir dize rağmen fena da değildim hani. Devam etmek istiyorum. Kendin için bir şey yapmak önemliymiş, karar vermek gerekiyormuş sadece.

İzmir'den arkadaşlarımız da uzun süredir Kars'a gitme projelerinden söz ediyordu. Ki kendileri arabayla Moğolistan'a gitmiş, 3 ay oralarda minimum harcamayla kalmış; Moğolistan'dan bizi arayıp "Ya biz sizin nikaha yetişemiyoruz, ertelenmez de o di mi?" diyen,  yeni yerler görmeye can atan şahane insanlardır. Gıptayla seyrederdik kendilerini. Kiraz çiçeği görmek için Kyota'ya, çölü görmek için Moğolistan'a giden, dönünce notlarını kitaplaştıran can insanlara katılmamak olmazdı. En azından mümkün lokasyonlarda.

Kars gezisinde onlara katılmayı çok istiyor, ama işten güçten başımızı kaldıramıyorduk. Çalış çalış nereye kadar? Dün aldık biletleri, çok merak ettiğim Ani Harabeleri ve Çıldır Gölü'nü Şubat başında görebileceğiz inşallah. Eh, yoga-Kars vs; normel bir Çarşamba için fena performans değil :)

Fotoğraf: Coşkun Aşar
Akşam menüsünde, başlangıçlara istinaden (ve tesadüfen) "Beginners" vardı. Geçen gün TV'de denk gelmiştik, bu kez DVD'den izledik. Çok sevdiğim bir film. Christopher Plummer, muhteşem bir oyuncu. Muh-te-şem. Bu filmle 82 yaşında Oscar almasına şaşmamalı. Ewan Mcgregor, zaten sevdiğimiz bir kardeşimiz. Motorsiklet üstünde ya da beyazperdede fark etmez, hastasıyız. 

Film, insanın içini cız ettiren filmlerden. Ama ağlak değil. Genç bir adamın, babasının hastalığı sırasında yaşadıklarıyla ilgili. Babasının evini toplamasıyla başlıyor. Babasının köpeği de ona kalıyor haliyle. 150 kelime anlayabilen ama konuşamayan bir köpek kendisi. Aralarda tarihlere göre güneşin, yıldızların görünümünün fotoğraflarla anlatılması filan güzel ayrıntılar... Oliver'ın (esas oğlan) çizimleri de, çizgili tişörtleri de hoşuma gitti.

Geri dönüşlerle gidip gelen film, genç adamın (Oliver) hayatı üzerine. Annesi, babası, çocukluğu... Sonra şimdiki hayatı. Yalnızlığı. Babasını kaybedişi... Sevgilisi. Annesi tatlı bir kadın. Babası da enteresan bir figür, renkli. Aşk, tuhaf evlilikler, melankoli, neşe... House müziği keşfedip adını oğluna soran, sonra da unutmamak için not alan 75 yaşında bir baba. 4 aylık bir sürede denediği bir sürü şey. 

DVD'yi sonradan izlesin diye verdiğim dostum E'nin de katılacağı üzere anlatımına, Arthur'a, kızla oğlanın iletişim tarzına bayıldım.

Spoiler vermeyeyim, izleyin. Güzel film. Hem gülümseten, hem hüzünlendiren filmlerden. Japonların hikikomogomo dedikleri cinsten; neşe ve hüznün art arda gelmesi. (Olmayan Kelimeler /Metis 2012 Ajandası/ sf 125)

Dün doğan Nâzım Hikmet'in yazdığı geldi aklıma: "Ben seni isterim; senin gibi güzel, dost ve sevgili olsun hayat..."

Arada gözüme kocaman yaşlar oturdu. Babamın son anlarını bilmedim ben, son saatlerinde hastanede değildim. Onu öyle solunum cihazına bağlı halde filan da görmedim. Görmek ister miydim bilmiyorum, ama yanında olmak isterdim. Babam benim gözümde hep Foça'da kaldı. Beraber denize gittiğimiz, yan yana şezlonglarda kitap okuduğumuz; yolda arabasının direksiyonuna geçip karşı şeride geçerek panik olmasına sebep olduğum o sıcak Ağustos gününde...

14 Ocak 2014 Salı

Olmayan kelimeler, Arpi Teyze

Saçaklı'nın hatırlatması, Çavlan'ın bulması sayesinde aklıma gelen Metis'in 2012'deki "Olmayan Kelimeler" ajandasının içinde güzel "mühim" günler uydurulmuş, evde tekrar baktım da pek hoşuma gitti. Bloga da yazmışım hatta ben bunu, bunamışım haberim yok! Görseli ararken Google'da, buraya link verince uyandım :)

 "Yeni yıl için alternatif mutluluk kaynakları:

Bir çocuğun uykudaki gülücüğünü görmek (ki Kamerun'da wo-mba derlermiş); hafif serin hafif berrak bir denizde yüzmek; sevgilinin kokusunu ya da kuraklıktan sonra yağan ilk yağmura eşlik eden hoş kokuyu (petrichor denmiş İngilizcede) içine çekmek..." (Sf. 21)


Nergis kedinizi de sizi de mutlu eder.
Canın tam tatlı bir şey isterken birinin gelip tatlı bir şey ikram etmesi (biraz önce oldu ofiste, başka bir şey isteseymişim), televizyonda kanallar arasında gezinirken çok sevdiğin bir filmi tam başlarken yakalamak (radyo için de şarkı versiyonu), nergis kokusuna hayran kedilerin (Obi-Yoda) çiçeği afiyetle yemek üzere sehpaya yapışması... Bunlara tek kelimelik karşılıklar uydurmak istiyor deli gönül. Gelelim ajandanın 'mühim' günlerine...

6 Ocak: Sarılıp yatma günü (Bu geçmiş, ama pekala 14 Ocak da olabilir.)
11 Ocak: Yağmur birikintisine basma günü (Bu ara yağmura hasretiz, ananem endişeli)
21 Ocak: Kucaklaşma günü (Dostum E'nin doğum günü o gün, rakının ilk yudumunu beklemeden sarılıp kucaklayayım.)
22 Ocak: Hayatı havalandırma günü (Bu nasıl yapılabilir, muhtelif fikirleri tartışmalı.)
3 Nisan: Hergele aşıklar günü (Fransız film ismi gibi, güzelmiş.)
20 Mayıs: Taşra sıkıntısı günü (Serbest çağrışım, Nuri Bilge Ceylan ve Kafka.)
22 Haziran: Köpeğinizi ofise götürme günü  (Kediye uyarlarsak Obi-Yoda ofiste, yok mümkün değil.)
27 Haziran: Dans edebildiğimiz devrimler günü (Bence bu cuk oturmuş Gezi'ye.)
30 Temmuz: Asansörde sohbet başlatma günü (Plaza/apartman insanları için bulunmaz nimet.)
28 Eylül: Sormaya çekindiğimiz aptal soruyu sorma günü (Toplantılar ve beyin fırtınası şeysi bunun için var.)
3 Ekim: Hep yazmak isteyenlerin günü (Buna bayıldım)
12 Kasım: Kayıp eldiven teklerini anma-arama günü (Kayıp çorap tekleri de aynı gün aranabilir.)

Kendi pek mühim günlerimi oluşturayım bari. Üşenmezsem tabii...

2012 Metis ajandasının kapanış cümlesi ise şu:



Bu ara okuma listem biriktikçe birikiyor, ama liste kafamda hazır. Melisa'nın "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz" öykü kitabı, Ayfer Tunç'un "Dünya Ağrısı" romanı, Kanat Atkaya'nın köşe yazısında bahsettiği Cemal Dindar'ın "Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri" ve abimin önerip kitaplığından verdiği Namık Kemal Behramoğlu'nun "Bir Savcının Anıları".

Hafta sonu, bir köy mezarlığına gittim ilk kez. Çarşamba günü eşimin eniştesini kaybetmiş ve cenazeye gidememiştik. Şehir mezarlıklarının üst üste kalabalığından, o telaşeli keşmekeşinden ne kadar başka ve huzurluymuş köy mezarlığı. Daha çok bir bahçeye benziyordu. Arkası kartpostal manzarası gibiydi; tarlalar, kavaklar ve gün batımı. Eniştenin yeri, koca bir ağacın dibinde. Ağacın gölgesi üstünde. Etrafı boş. Yerleri çim kaplamış. Işık hüzmeleri süzülüyor, güneş ağaçların arasından bahçeye sızıyor. Ürkütücü değildi. Nazım Hikmet'in sürgünde vatan hasretiyle yazdığı "Vasiyet" şiirindeki gibi, "Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni"... Düşündüm de, doğanın kucağı asıl burası. Kepçeyle açılan, dip dibe dip dibe çukurlar değil.

Bugünse çok eski bir aile dostunu son yolculuğuna uğurlamak için kiliseye gittim. Her şey daha sakin, sessiz ve siyah. Düzenli, düzgün. Herkeste vakur bir keder hali. Beyaz güller, mumlar, tütsüler, ilahiler ve çan sesleri... Teyzemin 50 yıllık dostu "Matmazel", her Paskalya'da elceğizleriyle üşenmeden o güzelim vişne liköründen, paskalya çöreğinden yapan; yıllardır ona vurgun, her bayram en gıcır takımını giyip ziyaretine gelen Kirkor Amca'nın naif iltifatlarını, şakayla karışık izdivaç tekliflerini gülerek savuşturan Arpi Teyze; huzur içinde olsun ruhun... Güzel uğurladılar seni, ruhuna gitsin diye kahve ikram ettiler ardından.

Günde 2-3 kez telefonlaştığın, dertleştiğin dostun teyzem çok özleyecek seni. En çok da "Oy ölünce benim altıma hasırı çok koyun ya, üşürüm ben Arpi. Bak sana vasiyet ediyorum!" diyen teyzeme "Amaan Hikmet, ölüyorsun gidiyorsun işte, bırak allasen hasırı. Ben sererim sana battaniye!" deyişini, her şeyle dalga geçişini özleyeceğim galiba. Umarım oralar manzaralı ve sıcaktır.


12 Ocak 2014 Pazar

Tuhaf kelimeler sözlüğü ve Dünya Ağrısı

Sanatblog, severek takip ettiğim bloglardan biri. Çok ilginç şeyler öğreniyor, keşfediyorum  sayesinde. Beğeniyorum evet. En ilginç bulduğum yazılardan birisi de buydu.

The Project Twins, İngilizcenin pek de kullanılmayan, bir köşede unutulmuş kelimelerini çizimlerle karşılayan görsel bir sözlük oluşturmuş. Bir illüstrasyon alfabesi. Bu durumları karşılayan tek bir kelime olması bile yeterince acayip. Düşündüm de, bizde böyle kelimeler ne olurdu acaba?

Benzer bir postu sonra şurada da gördüm, hoşuma gitti. Jayus (Endonezce?)=Fıkra komik olduğu için değil de, hiç mi hiç komik olmadığı ve çok kötü anlatıldığı için gülme durumu.
Waldeinsamkeit (Almanca)=Ormanda tek başına, doğaya yakın ve yalnız olma hissi.

Bir ara, Penguen'in mi Leman'ın mı unuttum, Ayrıntılar diye bir köşesi vardı. Hayatın içinden insanı sinir eden, zorlayan minicik ayrıntıları yazardı. Okurlar da kendi gözlemledikleri ayrıntıları gönderirdi. Başta boş gibi gelse de, herkesin başına gelen ama kimsenin üstünde 30 saniyeden fazla durmadığı saçma şeylerden oluşan koca bir liste olurdu. Aklıma o geldi nedense.
 
Acersecomic
Saçını hiç kestirmemiş kişi.

'Orta parmağın uç noktası'nı ya da 'saçını hiç kestirmemiş kişi'yi karşılayan kelimeler varmış İngilizcede. Çok acayip. Bu kelimelerin varlığı yetmezmiş gibi, birisi de üşenmemiş bunları görselleştirmiş. 

Buna ancak gözlerimi kırpıştırarak, sıkıcı ofis ortamında mümkün olabildiğince büyük bir heyecanla el çırpıyorum içimden. Bunu da karşılayan bir kelime olsaydı misal? Ya da sevdiğin biri hayatını kaybettiğinde, onun yaptığı en ufak mimiğin bile gözünün önünden gitmemesini, gülümsemenin gözyaşına karışmasını karşılayan bir sözcük var mı? Mesela onun sevdiği aslanlı şempanzeli belgeselleri izlerken hüngür hüngür ağlamayı anlatan bir sözcük?

Nazar etmenin karşılığı Jettatura. Trash metal grup ismi gibi.

Jettatura
Nazar etme.
Şu kelime ilgimi çekti. Infandous. "Üzerinde konuşulması mümkün olmayan veya söylenmesi iğrenç olan şey." demekmiş. Böyle hasıraltı edilen, herkesin bildiği ama kimsenin dillendirmeye cesaret edemediği iğrenç/korkunç şeyler... Bizde buna karşılık gelebilecek kocaman ve yürek paralayıcı bir sürü şey var; çocuk gelin (ki pedofili daha doğru), töre/namus cinayeti, ensest gibi... Görsel, çok basit ve sade bir şekilde anlatmış.

Infandous
Üzerinde konuşulması mümkün olmayan veya söylenmesi iğrenç olan şey
 Mesela bu aralar tam da alttaki gibi hissediyorum:

Yonderly
Zihnen veya duygusal olarak uzakta olan; dalgın.
Bazen de böyle hissettiğim, kalemimin/klavyemin kustuğu anlar oluyor:

Scripturient
Şiddetli bir yazma arzusuna sahip olmak.
Ama uzun bir süredir amaçsızca gezmek istediğimden, şu iki görseli de hayli yakın buldum kendime:

Montivagant
Dağ tepe dolaşmak.
Xenzation
Bir yabancı olarak gezme eylemi.
Via

Ayfer Tunç'un yeni romanı "Dünya Ağrısı" 14 Ocak'ta çıkıyormuş, sevindim bu habere. Ayfer Hanım'ı da, yazdıklarını da severim. Yapı Kredi Kültür Sanat'ta çalışırken, toplantılarda yakından gözlemleme şansı bulduğum güzelim dolma kalemleri, defterleri, inci gibi yazısı pek hoşuma giderdi. Sohbeti keyifli, Ahmet Hamdi Tanpınar hayranı, sıcak sesli bir kadındır. Bir de annemin adaşıdır. Hayli zaman oldu görüşmeyeli, uzun sarı saçlarını kısacık kestirmiş; çok farklı olmuş.

"Taş-Kağıt-Makas"ını sevmiştim. "Memleket Hikayeleri", "Ömür Diyorlar Buna", "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" kitaplarını da. altkitap'tan da takip ediyordum yazdıklarını.

Yazarlıkta 25. yılıymış bu yıl, ben anadolu lisesine başlarken o ilk kitabı "Saklı"yı yayımlamış. Yazmak içinse  şöyle demiş sitesinde, sevdim tanımlamasını:

"Yazar, her an girecek bir beden arayan huzursuz ruhtur, tıpkı Baudelaire’in söylediği gibi, gönlünce kendisi veya başkaları olabilen kişidir. Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum. 
 
Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir, insanın hikayesi ise varlığımızı oluşturan bütünden kopmanın hikayesidir. Bir bedenden doğarak en büyük bütünden koparız, macera başlar. Ölümün bizi beklediği yerde macera tamamlanmıştır.”

"Dünya Ağrısı"ndan bir kuple:

Böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet, bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek. Babamın oğlu o olmalıydı diye düşünüyor, ben, oğlum gibi bir oğul olsaydım babam mutlu ölürdü; oğlum babamın istediği gibi bir oğul olduğu için ben mutsuz öleceğim.

10 Ocak 2014 Cuma

Şairin teklifi

Cemal Süreya'yı sever ve bilirdim, bilirdim de bu teklifini bilmezdim. Gülümsedim öğrenince. Bu zamanda böyle bir şey yapsa, nasıl sonuçlanırdı diye merak etmeden de duramadım...

Efenim Cemal Süreya, 1989 yılının Ekim ayında Yeni Yaprak dergisinde dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'a birlikte intihar etme çağrısında bulunmuş. Fakat bu teklife olumlu bir yanıt gelmemiş. Yaklaşık 2 ay sonra da hayata gözlerini yummuş şair. Dün, ölümünün 24. yılıydı...



"Elinize ne geçerse onu okuyun.
Ya birşey geçmezse…

O zaman da, oturun, bana mektup yazın."


Cemal Süreya / Altı Kitap



8 Ocak 2014 Çarşamba

Harry & Sally, annem

Akşam annemi havaalanına bıraktık, sis yüzünden endişelendik ama neyse ki sadece 10 dakika rötarla kalktı uçağı. Eve dönüş yolunda bi hüzünlendim... Babamın arabasıyla gitmiştik. Neyse, tez vakitte İzmir'e giderim nasılsa. Salona yayılıp birkaç kartpostal yazdım sonra. Televizyon açıktı, gözüm bir ara cnbc-e'deki Madonna konserine kaydı. Sonra bir anda kadının çılgınca dans edişine, hoplayıp zıplarken sesi bozmadan şarkı söyleyişine dalmışım. Nasıl bir kondisyon, ben anlamadım. O lateks tayt, parlak taşlı converse'ler filan. Miami çılgın attı, 50 yaşında bu kadın! Bense polar battaniyenin altında gebeş gebeş yatarak "Oha, kadın taş gibi!" derken, utandım kendimden.

Sonra Romantik Salı kuşağı reklamı girdi araya, "When Harry Met Sally". Of, çok severim. Kesin haftayadır, lütfen şimdi olsun derken, Birazdan. Yaşasın! Bazı filmler vardır, izlemek hep iyi gelir insana. 1989 yapımı, Nora Ephron'un yazdığı, Rob Reiner'ın yönettiği bu film de öyle benim için. Yavru Golden Retriever bakışlı Meg Ryan ve hazırcevap Billy Cristal. Kız filmi, aman romantik komedi diye küçümseyenin kalbini kırarım. Yok be ne kırıcam, kim neyi severse sevsin. Pek yüce entelektüel yanımız örselenmez yani... Diyalogları ve senaryosu iyidir bana kalırsa. Müzikleri de. Evet mutlu son, evet gerçek hayatta yok böyle şeyler. Harry çokbilmiş, Sally de inatçı. Ama "Sally'im nerde ulan?" diye isyan eden var ekşi sözlük'te, yapmayın böyle...



İnsanın bazen iyi hissetmeye ihtiyacı var ve bu kimi zaman zannettiğinden de kolay oluyor. Al işte, bir film  yetiyor bazen. Bazı sahnelere o kadar güldük ki, bizim bey hiç izlememiş meğer. DVD'sini alsam kesin dalga geçerdi ama sevdi nasıl olduysa, he he. Bense denk geldikçe izlerim, hep de hoşuma gider diyaloglar. Meg Ryan'ın korkunç saç modellerini görmek, 80'lerin berbat kıyafetlerini izlemek bile iyi geliyor demek arada bünyeye. Yüksek belli kot pantolon, tahta gibi Meg Ryan da olsan yakışmıyor işte. 

O, aralarda çıkan yaşlı çiftlerin tanışma hikayeleri çok hoş. Bayıldım onlara. Teyzeler hiçbir ayrıntıyı unutmuyor yahu! İnsanın birini ilk gördüğü an "Bu insanla evleneceğim" demesi çok acayip bir şey bence. 55-60 sene evli kalması filan. Ve buruşuk ellerini hiç bırakmaması, hala birbirine aşkla bakabilmesi... Hayatın küçük mucizelere ihtiyacı var. Peki "Erkeklerle kadınlar arkadaş olamaz" diyen Harry haklı mı? Filmde haklı çıkıyor ama tabii ki hayır :)


Harry ve Sally'nin hikayesi de, 5 yıl arayla karşılaşmalardan sonra, korkunç saç modelleri, tuhaf sevgililerle dolu 12 yılın sonunda yoluna girer. Evlenme kararı almaları ise 3 ay sürer. Bizim hikayemize benzetti bey biraz. Ona da güldük zaten. 7-8 yıl birbirini hiç görmeden yazışmak ve sonra 6 ay içinde evlenme kararı almak. Hey gidi ekşi sözlük. Sally'nin bazı hallerini de bana benzetti, haha! Posta kutusuna tüm mektupları tek tek bırakması, hepsinin düştüğünden emin olması. Bazı şeyleri çok ayrıntılı tarif etmesi, özellikle yiyecek bir şey sipariş ederken itinayla anlatmaya çalışması, eve girdiğinde her şeyi bir yere fırlatması vs vs. Bence Sally kesin Başak burcu :)

Peki kim sevgilisinin nelerini niye sever? Atıyorum, eve girince ortalığa eşyalarını fırlatmasını, uyurken kolunu yastığın altını sokuşunu, uyurken onu izlemeyi vs sever mi? Kim bilir...

Harry'nin konuşması güzeldir ama ya:

"I love that you get cold when it's 71 degrees out. I love that it takes you an hour and a half to order a sandwich. I love that you get a little crinkle above your nose when you're looking at me like I'm nuts. I love that after I spend the day with you, I can still smell your perfume on my clothes. And I love that you are the last person I want to talk to before I go to sleep at night. And it's not because I'm lonely, and it's not because it's new year's eve. I came here tonight because when you realize you want to spend the rest of your life with somebody, you want the rest of your life to start as soon as possible. "


Ve 8 Ocak... Bugün annemin doğum günü. 60 yaşına giriyor, dün beraber kahve içip pasta yerken onunla konuşmak o kadar iyi geldi ki... Onu nasıl tanımlayacağımı düşünürken zorlanıyorum bazen. Ama güçlü olmasını, ergenliğimin büyük bir kısmını onunla didişerek geçirsem de bana kattığı şeyleri, pratik zekasını seviyorum. Onun gibi değilim ama benzediğim yönler de vardır mutlaka, ki bu da beni mutlu eder. Her daim derli toplu, kibar, güzel ve güçlü annem. Öğretmen olmak istemiş ama genç yaşta evlenip İstanbul'dan Artvin'e gidince, şartlar izin vermemiş. Olsa çok iyi bir öğretmen olurmuş bence, çok iyi bir öğrenciymiş. Seviyorum gençlik fotolarını. 60'ında yogaya başlayan, bulmaca çözmeyi, kitap okumayı seven, enfes yemekler yapan becerikli bir kadın. Ondan öğrendiğim, hala da öğreneceğim o kadar çok şey var ki... 

İyi ki doğdun annem! Seni seviyorum! Sağlıkla, nice mutlu yılları devirmeyi diliyorum birlikte...

Biliyor musun anne; babam, Reyhan Amca ve Erdoğan Amca  için Çeşme'deki Barboros Köyü yakının da bir hatıra ormanı oluşturuluyormuş. Haberini aldım bugün. Oralarda bir yerde buluştukları gibi, fidanları da onları yaşatacak. Sevindim buna, güzel haber değil mi?

 

4 Ocak 2014 Cumartesi

Tippi

Daha önce buralarda bir kız çocuğunun, Amelia'nın benzer fotoğraflarını paylaşmıştım. Annesi fotoğrafçıydı. Kesinlikle imrenilesi, gıpta edilesi bir çocukluk yaşadığını düşünmüştüm yine. Tippi de öyle.

Tippi Namibya'da doğmuş, ailesi vahşi yaşam fotoğrafçısı. Vahşi yaşamla haşır neşir büyüyen ve anne babasına fotoğraf çekerken poz veren 1990 doğumlu Tippi'nin fotoğrafları 'Afrikalı Tippi' adıyla yayınlanmış. Hayvanlarla kolayca arkadaşlık kuran Tippi'nin en iyi arkadaşı, 28 yaşındaki Abu isimli filmiş. Ben kedigilli fotoğraflara bayıldım daha çok. 

Bu da sitesi.