25 Haziran 2014 Çarşamba

Çook paran olunca n'aparsın?

Şu altta göreceğiniz binayı babam göstermişti 3-4 yıl önce. Alaçatı yakınlarında, tepede bir yerdeydi yanlış hatırlamıyorsam. Manzarası güzel, önü açık, kartal yuvası gibi bir tepede. Babam böyle değişik şeyleri bulur, bulunca da bize göstermek isterdi. 

Adamın biri ev inşa ettirmiş (bana kalırsa zevksiz de bir ev, kalpli sütunlar filan pek çirkin), burada bir sorun yok. Zevk meselesi. Yapar yapar... Ama aynı adam bahçe duvarını da akvaryumdan yaptırmış. Ya da akvaryumu bahçe duvarı yapmış! (Gerçi bu da zevk meselesi ama kabul edelim ki, azıcık acayip)

İçinde kocaman kocaman balıklar yüzen, (öyle minicik süs balığı filan da değil, yılan balıkları filan var), belli noktalarına kameralar yerleştirilmiş upuzun bir akvaryum-duvar.  Evi tümüyle çevreliyor. Gelen geçen bakıyor, cık cık diye kafasını sallıyor. Adam ilgi çekmek istemiş ve başarmış, millet turist gibi ziyaret ediyor. Ha, banane ama benim de ilgimi çekmiş ki, buraya yazıyorum yani.

Akvaryum duvarı görünce her Türk gibi benim de aklıma "Millet bu balıkları çalmıyor mu, çalıp da yanında rakıyla mangala yatırmıyor mu?" sorusu geçti. Kuğulupark'taki kuğuları pişirip yemiş milletiz biz. Sonra da düşündüm, iyi ki çok param yok. Olunca insan böyle n'apacağını şaşırıyor demek ki. "O akvaryum nasıl temizleniyor, o hayvancıklar nasıl besleniyor?" gibi teyze sorularını da geçtim... Alaçatı-Çeşme taraflarına yolunuz düşer de burayı görürseniz, siz  sorarsınız belki sahibine: "Peki ama neden?!" 



Yoda ile Obi'yi bıraksam şu akvaryum duvarın önüne, günlerce ayrılmazlar önünden herhalde. Bir sürü gıda, üstelik de hareketli ama cam bir duvarın arkasında. Gör ama dokunama! 

Eski fotoğraflara bakıyordum, Obi'nin Yoda'ya şafkatle sarılışına, sonra firar karelerine pek güldüm. Dikkat ettim, hep kaçışı başlatan Obi. Yoda garibim, ya onu takip ediyor çaresiz ya da erketelik yapıyor. 


23 Haziran 2014 Pazartesi

Pff, pazartesi

Pazartesi mi?!
Yine geldi pazartesi, yine sabah zar zor uyandım. Müdür de izinden döndü zaten, umarım çabuk geçer bu hafta. Üç gün dayansam yeter. Perşembe yakın bir arkadaşımızın nikahı için Selanik yollarına düşeceğiz, ev darmaduman. Ananem gibi yola çıkmadan önce evini toplayanlardanım ben. Ananem "Bak başına bir şey gelir, evine gidenler 'Aaa, ne pasaklı kızmış' derler" derdi ben küçükken. Hep elalemi düşün zaten. Oy, daha bavul hazırlanacak. 

Hafta sonu evi temizlemek gibi ulvi amaçlarım vardı ama artık çabuk yorulmaya başladım, iki süpürüp üç dinleniyorum. Çamaşır yıkayıp asmaktan öteye gidemedim. Ki onu da makine yıkıyor zaten. Bütün gün sadece zeytinyağlı fasulye yapmaya muvaffak oldum, kalanı için bey sağolsun. Genelde oğlanlarla mayışıp durmakla geçti hafta sonu. Obi bir koltukta, Yoda ve ben ayrı bir koltukta, yay dur... Hor hor. Decatchlon'a uğradık bir de, Bostancı-Bayrampaşa arası zulüm oluyor, bir şube de Anadolu yakasında açsalar şahane olacak. Buradan naçizane ricamdır.

Decatchlon, (Ikea usülü) kendin seç-monte et sandaletler yapmış. Tabanını ayrı, üstünü ayrı satın alıp kendiniz monte edebiliyorsunuz. Aldıklarımdan pek memnun kaldım, tavsiye ederim. Genelde ayakkabının üstü paralanır, altı sağlam kalır ve yaptırazsanız atmak zorunda kalırsınız. İyi çözüm bulmuşlar. Bkz. şöyle >

 


Onun dışında, uzun gündüz uykularımda saçma sapan rüyalar görüyorum, biraz daha az uyusam iyi olacak. Cumartesi kanser olduğumu görmüştüm, dün de içinde bebek kıyafetleri olan bir karavana üstümü değiştirmek için giriyor, sonra karavanı çalıp gidiyordum; utandım kendimden.


Dijital görsel bankası Shutterstock, İstanbul'a özel bir çalışma yapmış. TBWA/İstanbul'dan güzel bir gerilla pazarlama örneği. Yaratıcı  bir çalışmayla İstanbul’da belirli noktalar seçilerek Shutterstock’lanmış ve Blippar teknolojisinin yardımıyla görülen alanın fotoğrafının da bedava indirilmesini sağlamışlar.

Şimdilik bu kadar, iyi haftalar olsun...


Shutterstock Outdoor Gallery from Guney Soykan on Vimeo.

21 Haziran 2014 Cumartesi

Kahraman selüloz, dijitale karşı

Gazetecilik Bölümü'nden yeni mezun olmuştum. Bir sürü hayalim vardı, annemin 90'lık halasının her telefon konuşmamızda sorduğu gibi köşe yazarı olmayı hayal ediyordum sanırım. Bir süre okulun haber ajansında Cumhuriyet Dergi'ye haberler-söyleşiler yapmış, üçüncü sınıfta da sevdiğim bir dergide (Atlas) staj şansı bulmuştum. Ve bir gün okul bitti, ee, şimdi n'olacak, nerede çalışacağım? Mühim soru. 

Bir kitapçıda çalışmaya başladım, iş olsun diye. Bir gün gezerken camında gördüğüm eleman aranıyor yazısı üzerine. Güzel bir kitapçıydı, eh, kitapları da seviyordum. Orada da çok şey öğrendim. Geriye, ayakta durmaktan bacakta çıkmış varisler ve okunmuş bir sürü kitap kalsa da... Ama sonuçta gazetecilik okumuştum, burade ne işim vardı? 1 yıl ya da daha fazla süre kitapçıda çalıştıktan sonra, bir gün okuru olduğum Radikal'e başvurmaya karar verdim. Ne kaybederdim ki? Sevdiğim, okuduğum bir gazeteydi sonuçta.

Radikal Kültür Sanat, basılı son sayfa
Bizim okuldan mezun, Radikal istibarat servisinde çalışan parlak muhabir Ahmet Şık'ı bulmuştu okul ajansındaki hocam, o da beni Kültür Sanat'ın editörüne teslim etmişti. Tam eski usül. Ve Radikal'deki günlerim öylece başladı. İlk gün dikkatimi çeken tek şey, editör Cem'le pabuçlarımın aynı oluşu ve yerlere kadar sarkmış faks kağıtlarıydı."Emin misin?" diye sormuştu ikisi de. Sanırım gazeteciliğin meşakkatli ve çok para kazandırmayan bir meslek olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı baştan. Hevesim tamdı, istiyordum. Eh, peki madem...

Radikal'in kültür sanat bölümüne haberler yapmaya, Radikal Kitap'a kitap yazıları yazmaya böylece başladım. Önce kısa haber, bant haber, sinema seansları, söyleşi, röportaj... Bir sürü şey öğrendim orada. Ve güzel, hatta şahane insanlar tanıdım, çok keyifli zamanlar geçirdim. Muhabirliği burada öğrendim. Erkan (Aktuğ) Abi ile Cem (Erciyes)'in üzerimde emeği çok. Huysuz tatlılığıyla çok şey öğreten, leb-i derya Tuğrul (Eryılmaz) Bey'in de öyle. Mutluydum. Konserler, festivaller, kitaplar, sinema, müzik, edebiyat; kafa dengi arkadaşlar, haberimin manşet olacağı gün Cengiz Aytmatov röportajı yaparken çektiğim fotoğrafları evde unutuşum, doğum günümde Şükran Güngör'ün cenazesini takip edişim gibi anılar...

Ve şimdi okur olarak, Radikal'e veda vakti geldi. Ne yazık ki çok şey öğrendiğim, şahane insanlar tanıdığım, hem ucundan da olsa katkıda bulunabildiğim, hem de okuru olarak bunca yıl evime girmiş Radikal gazetesini bugün son kez elimde tutabileceğim. Artık basılmayacak, yoluna dijital platformda devam edecek. Dedikleri gibi, onlara ayrılan kağıdın sonuna geldiler bugün...

Basılı son Radikal
Gazetecilik sektörünün geldiği yer açısından üzücü bir gelişme bu. Evet, devir dijital devri filan ama bir sürü yazarın, gazetecinin, sayfa sekreterinin vb işsiz kalacağını bilmek üzüyor insanı. Bir de 18 yıl yayın hayatını sürdürmüş ve birçok insanın emek verdiği, her ne olursa olsun Türk basınında farklı bir soluk olabilmiş bir gazetenin artık yazılı basında olmayacak oluşu üzücü... Dijitalin de aynı tadı vereceğini sanmıyorum, kitap gibi gazetenin sayfalarına dokunmayı seven biri olarak. Kağıt kokusu güzeldir.

Tabloid boya getirilmesiyle başladı bu yokuş aşağı süreç sanırım ve ruhuna aykırı kişilerin ekibe dahil edilmesiyle muhalif tadını kaybetti gazete. Birçok yazar çıkarıldı. Yıldırım Türker'in gidip Akif Beki ya da Eyüp Can'ın gelişi okurda kopuşu başlattı. "Türkiye Türklerindir" diyen bir gazeteyi çıkaran yayın grubu, muhalif Radikal'i de çıkarmıştı yıllarca ama bu isimler, cık, olmamıştı. Ve şimdi Radikal dijitalde, Kitap eki Hürriyet'te devam ediyor gibi görünse de farklı bir gazete gibi çıkan Radikal İki tamamen yok edildi. Birçok ses kısıldı. O yüzden "Dijitale geçti, artık daha modeern" çığlıkları atanlar kadar sevinemiyorum. Hı Ezgi Hanım? Bir dönem kapanıyor bugün.
Radikal Kitap'ın son sayısı
Her şeye rağmen direnen ve bu gazeteyle eklerine emek veren herkese selam ve sevgilerimle, yolunuz açık olsun. Gazete son dönemde ne hale getirilirse getirilsin, 18 yılda umut oldunuz; her şeye rağmen unutulmaz haberlere imza attınız, temiz bir gazete çıkararak onca kağıdın hakkını verdiniz. Özleyeceğiz. Güle güle...

Güzel bir yazı için tık.

20 Haziran 2014 Cuma

Dolu ve İstanbul haritaları

Dün ofise pırıl pırıl havada güneş gözlüğü ve sandaletle gelip, yine sandaletle ama bu kez sağanak yağmur ve şemsiyeyle çıktım. Beyle yemek için gittiğimiz yere adımımızı atmıştık ki sağanak coştu, peşinden dolu başladı. Yemek boyunca da dinmedi. Biraz sakinledi gibi oldu, çıksak mı artık derken bir daha dolu indirdi. Sokaklar şelale. Eh, adamlar bütün akşam çay ve fırında tahin helvası ikram etmez, eve gitmemiz lazım. Durur gibi olunca çıktık, ama gökgürültüleri susmadı. İstanbul havası dalga geçiyor insanla. Yok HES, yok 3. ama dünyanın eeen büyük havaalanı için katledilen Kuzey Ormanları, yok nükleer ısrarı, doğayı çıldırttı işte. Haziran'da hortum, dolu... Durmak yok, yola devam. Bravo.


Arada şu cimcimeyle mercimeğini gördüm, anne iyi yetiştirmiş; yavrular ayak sesi duyunca pıtır pıtır kaçtı; bir tane meraklı arkadan bakakaldı sadece. Çok güzellerdi. Ben kedilere hallenirken, yanımıza yanaşan bir amca "Alman kedisi bu, çok da iyi bakıyor yavrularına" dedi. Alman kedisi? Hmm, peki, iyi akşamlaaar...


Geçen gördüğüm şu haritaları yazacaktım asıl. Eh, İstanbul'da gezecek yer çok. Ama içinde yaşayanlar olarak, günlük koşturmaca yüzünden biz bile çoğu mekandan haberdar olamıyoruz. Mantar gibi yeni mekanlar bitiveriyor her yerde. Turist kafasıyla gezmek, sokaklarında kaybolmak istiyor insan. Ama trafik, ciddi bir engel. "Şuraya gitsek?" "Of, şimdi çok trafik vardır orda" Kendi kendine ket vurma hali... En güzeli vapur. Püfür püfür...

İllüstratör Murat Palta'nın çizdiği, Eda Demir ve Cansu Elter'in editörlüğünü yaptığı "İstanbul'un Haritaları", bu anlamda eğlenceli bir çözüm sunmuş. Sürekli güncellemek gerekse de...

Minyatür tarzında ayrı ayrı kahve, kebap, sanat, bira ve konser mekanları, parklar, bisiklet rotaları, metro, semt semt İstanbullu ve turistlerin gözünden İstanbul haritaları hazırlanmış. Nerede kahve-bira içelim, nerede leziz kebap yiyelim, hangi sanat galerisini gezelim, hangi parkta ağaç dibine yayılalım, nerede hangi konseri izleyelim... hepsinin cevabı bu nostaljik görünümlü haritalarda...

Via

17 Haziran 2014 Salı

Çocukluğun İstanbul'u ve Dumlupınar

Cihangir'deki Kaktüs / Fotoğraf: Didem Atayılmaz Kalaycı
                                              (Soldan sağa) Kaan, Roberto ve Nebahat.

Yaz geldi... Arada gökgürültüsü, sağanak ve dolu ile bölünse de, yapış yapış sıcak işte. Birden kararıp birden açan hava, sanki biri ışıkları yakıp söndürür gibi. Sıcak evet. Hele bana daha sıcak. Arkadaşımın paylaştığı şu yukarıdaki tipleri görünce gülümsedim. Beyoğlu'na ne zamandır gitmediğimi fark ettim. Eskiden giderdim Kaktüs'e, ama Beyoğlu'ndakine. Severdim de. Zencefil'in ayran aşı çorbasını da severdim. Bir sürü yeri severdim, şimdi adları aklıma gelmiyor. Tavanarası, sonra Urban, Çukur Meyhane vardı; yemekleri hoş, sevimli bir yer.

Beyoğlu'na en son bir dostumun doğumgünü için içmeye gitmiştik, eh şimdi içemediğime de göre... Robinson'a kitap bakmaya gidiyordum genelde, Galata tarafından; o minik kafelerde oturmayı seviyordum, renkli ıvır zıvırla dolu dükkanlara girip çıkıyordum, kapısını açık bulursam Doğan Apartmanı'nı kolaçan ediyordum yerinde duruyor mu diye; oralarda dolaşıyordum o (artık) sevimsiz, gri, beton meydana hiç ayak basmadan. Gezi Parkı'nda dolanıyordum bazen, sonundaki çay bahçesinde oturuyordum. Şimdi Robinson da yok eski yerinde. Canım sıkıldı. Kapanmamış da, bir yerden bir yere taşınıyormuş gibi gösterilmesine de sıkıldım. 35 bin dolar kira ne ya! Başka çare bırakmamışlar ki zaten.

Çocukluğumdaki İstanbul'u düşündüm. Bazı yerlerini kafamda oturtamıyorum, artık olmadıklarından herhalde, bana oralar aslında yokmuş da ben çocuk aklımla hayal etmişim gibi geliyor. Evet, aslında oralar yoğ, uydurmuşum ben meğerse. Annemle Beşiktaş'ta yürüyüşümüzü hatırlıyorum, o kocaman sarı dolmuşlar vardı.  Elimden tutmuştu annem, açık renk bir elbise vardı üzerinde. O eski model tombik arabalardan bozma dolmuşlar, çok severdim onları. Annemle yürürken, tam Deniz Müzesi'nin orada Safiye Ayla'yı görmüştüm. Geriye dönüp arkasından bakmıştım uzunca bir süre. Şimdi şaşıyorum, küçücük çocuk nerden bilirmiş ki Safiye Ayla'yı, rahmetli dedemden belki... 

Bazı güzel korulara giderdik pikniğe, İstanbul manzarası, dolmalar-köfteler-mangalda pişirilen kahveler... Şimdi oralar duvarları yüksek, kameralı villalarla doldu. Beni dondurma yemeye götürürlerdi. Deniz kenarı bir yerlerde Zeki Alasya-Metin Akpınar gösterisi izlemiştik sanki. Büyükada mıydı, kim bilir... Minik vapurlar vardı. Dedemle Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'na giderdik, tezgaha boyum yetişmezdi ama dedem bana tavukgöğsü kazandibi ısmarlardı. Garsonlar yine göbekli, tonton amcalardı. Nerelerdi o hatırlamadığım yerler, şimdi gitsem aynı yerlere, gönlüm kırılır biliyorum. Böyle kalsın, daha iyi. 

Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nin de sülale için acıklı bir hikayesi var. 1953'te, teyzemin (annemin teyzesi) 3 haftalık denizci eşi Mehmet Ali Amerika'ya gitmek üzere görevlendirilmiş. Taze eşi teyzem de Amerika çok uzak, nasıl gider nasıl döner diye endişelenmiş. Nikahları olmuş ama düğünleri olacakmış daha. Sonra Dumlupınar Denizaltısı'nın battığı haberi gelmiş. NATO tatbikatından dönerken bir İsveç gemisiyle Çanakkale'de çarpışmış. 81 denizci şehit olmuş, daha da kötüsü denizaltı battığı yerden çıkarılamamış. Sadece üst kısmındaki birkaç kişi kurtulmuş. O koca şeyin içindeler hala hepsi.



Bizimkiler "Aman bizim çocuk Amerika'da" diye buruk da olsa sevinirken, eniştenin mektubu gelmiş (o zamanlar postanın hızı malum) "Hikmet, Amerika çok uzak diye ben Dumlupınar'daki bir arkadaşımla yer değiştirdim." Ecel. Bizimkiler şokta, teyzem perişan. Assubay çavuş Mehmet Ali Yılmaz da Dumlupınar şehitleri arasında.

Amerika'ya giden arkadaşı hayattayken, Mehmet Ali enişte Dumlupınar Denizaltısı'nda hayatını kaybetti. 82 yaşına geldi teyzem. Başucunda ikisinin de gencecik olduğu, sonradan renklendirilmiş o nikah fotoğrafları. Hala Dumlupınar'ın çıkarılacağı günü bekliyor, filminin çekileceğini duymuş geçenlerde, sinemaya gidemeyeceği için bana "Televizyonda da gösterirler mi?" diyordu en son. 17 yaşında yaşadığı o büyük acı, yakasını hiç bırakmadı. Başında dua edeceği bir mezarı bile olmadı eşinin, denizde kaldı. Yıllar sonra balığa çıkıp fırtına patlayınca ne kayığından, ne kendinden bir iz bulunamaycak abisi gibi eşi de denizde yitti... O yüzden bizimkiler (büyük teyzeler) korkar denizden, sevmezler pek.


Teyzem o haberi aldıktan sonra aylarca yataktan çıkamadığını, çok zayıfladığını, şehit eşi diye davet edildiği o zamanki cumhurbaşkanının huzuruna bile zorla çıktığını, onun "Kızım hayat devzam ediyor, başın sağolsun acın büyük ama toparla kendini" deyişini ve hayatının nasıl da o günde durduğunu anlatır hala. Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'ne yolunuz düşerse, Dumlupınar Şehitleri'nin resimlerinin olduğu odaya girin bir gün. Orada sarışın, minik dudaklı, muzip gülümseyişli bir delikanlının fotoğrafını da göreceksiniz.

15 Haziran 2014 Pazar

Babalar Günü

Babam ve kabak kafalı ben
Bugün pazar, Babalar Günü... Her yıl cuma gününden babamın hediyesini kargoya vermiş olur, pazar günü de telefonla kutlardım. O da "Teşekkür ederim gülüm" der, hediyesini pek beğendiğini söylerdi. Gerçekten her seferinde beğenir miydi bilmem... Kırılmayayım diye söylemezdi bence, beğenmese de çaktırmazdı. Bazen bir gömlek, pantolon, kitap, şık bir ajanda, güzel bir kalem gibi şeyler alırdım ona. Kırtasiyeye meraklıydı benim gibi. 

En son, güzel bir dijital fotoğraf makinesi almak vardı aklımda, olmadı. Hediyelerini kullandığını görürsem sevinirdim, kullanmıyorsa ya pek sevmemiş ama beni üzmemek için söylememiş olurdu ya da (dolmakalem gibi kıymetli bir şeyse) bu, kullanmaya kıyamadığını ve daha iyi günlere saklamak üzere dolabına kaldırdığını gösterirdi. 

Evlenince, bu yılların hediye ritüeline kayınpederimi de eklemiştim. Ama bu yıl babamsız ilk Babalar Günü ve bütün o hediye ekleri, "Babanıza bunu alın" SMS'leri içimi oydu, bakamadım hiçbirine. Kayınpederime de hiçbir şey almadım, alamadım, elim gitmedi; öylece durdum. 

Bu sabah uyku tutmadı, erkenden kalkmış bunları yazıyorum. Babamın olmadığı ilk Babalar Günü ve ben babamı çok özledim. Bu yıl ona hediye alamayacağımı, telefonla olsun gününü kutlayamayacağımı, sesini duyup ona sarılamayacağımı bilmek, canımı çok yaktı. İzmir'e bile gidemedim ve mezarına çiçek olsun koyamıyorum bugün ama, eminim gülünün onu çok özlediğini ve bu satırları da sabahın bir vakti salya sümük yazdığını biliyordur... Sana veremediğim havadisleri de biliyorsundur belki, keşke burada olsaydın...

Babalar Günü'n kutlu olsun babam, umarım dedemle birbirinizi bulmuş ve kayınpeder-damat sohbete dalmışsınızdır orada... Tavla bile atıyorsunuzdur kim bilir. Dedem gideli 17, sen gideli 1 yıl oluyor. Sofralar sizsiz. Annemin baba hasretini daha çok anlıyorum şimdi.


Babamla dedem bir yılbaşı sofrasında
Tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun. Umarın hediyeniz olmasa da, evlatlarınızın yanındasınızdır bugün. Sağlığınız yerindedir. Hediye almak yerine sarılabilmek ya da sesini duyabilmekmiş asıl güzel olan. Orada, uzakta da olsa yanınızda, sağlıklı olduğunu bilmekmiş. Eksikliği fena koyuyormuş, insan kıymetini bilemediği günlere hayıflanıyormuş. Bu hafta sonu İzmir'e gitsem, babamın derdi beni gezdirmek için nereye götüreceği olurdu. Eski fotoğraflara bakardık beraber. Bugün ikincisini yapacağım galiba. Huzur içinde olsun ruhun babacım...

11 Haziran 2014 Çarşamba

#DirenÇizgiRoman

Can Yalçınkaya, #DirenÇizgiRoman/ResistComics isimli projesinde farklı ülkelerden yazar ve çizerleri, Gezi Direnişi ekseninde çizgi roman olarak bir araya getirmiş. 

Sydney’den yaşayan Can Yalçınkaya çizgi roman, mizah, sinema ve popüler müzik alanlarında araştırmalar yapan bir akademisyen. Ayrıca yakın tarihli iki antolojide (Deli Gücük: Zifirname ve Fluid Prejudice) çizgi romanları yayımlanmış.

Proje hakkında kendisiyle yapılmış röportaj için tık.
Projenin Facebook sayfası için buraya
Twitter için buraya


#ResistComics / #DirenCizgiRoman Kickstarter Presentation from Ugur Engin DENIZ on Vimeo.

Via

10 Haziran 2014 Salı

Elveda Robinson


"Sen de gitme Robinson!" demişim şurada bir yerlerde... Ama ne yazık ki dalından kopup gitmelere, arsız çarkın içinde çiğnenenlere dair bir korkulan daha oldu. Geçen gün gelen e-postadaki açıklama gerçekleşti. Beyoğlu'ndaki en sevdiğim adreslerden, girip dolanmaktan keyif aldığım tek kitapçı dükkanı; bir kitapçının karşılaması imkansız kira artışı yüzünden İstiklal Caddesi'ndeki yerinde, 389 numarada olamayacak artık. 

İstiklal Caddesi'nde daha fazla kebapçıya, çorapçı-doncuya, daha çok AVM'ye ihtiyaç var mı; hiç sanmıyorum. İstiklal'in o ağaçlı, cafe'li, kitapçılı (İstavrit vs varkenki) halini özlüyorum. Ve anane gibi bunları sanki 40 yıl öncesinde kalmış gibi hayıflanarak hatırlamak da canımı sıkıyor.

Robinson, 389 numaradan Salt Beyoğlu'nun 4. katına taşınıyor. Basit bir taşınma gibi olsa keşke bu, ama değil. Kirası o kadar yükseldi ki, karşılaması imkansız hale geldi. RobKart'lar, onca çaba da kurtarmaya yetmedi ne yazık ki. Neyse ki kapanmıyor diye kendimizi avutmamız bekleniyor sanırım. Diğer Salt'taki yeri de duracak, ama onunla özdeşleşmiş yerini  hangi garabetle ya da zevksiz şeyle dolduracaklar merak ediyorum. Kibar ve afilli bir bar da olsa, şahane bir restoran da yapılsa yerine; hissiyatım değişmeyecek.

Bazıları için önemsiz olabilir, şişirilen ya da başka yere çekilen gündem arasında entel sıkıntısı olarak addedilebilir Robinson'un başına gelenler. Ama bir kenti kent yapan da böyle şeyler. Sonradan kondurulan suni, tatsız kokusuz hilkat garibeleri değil. Bu kentte yaşayanlar olarak yıllardır kandırılmaktan, çirkin ve beton bir kente tıkılmaktan yorulmadınız mı? "Gezi zekalı" diye yaftalanarak 3. köprü ve ağaç katili olan ama dünyanın en büyüğü diye gazlanan 3. havaalanını eleştirdiğinizde, çevreye verilecek geri döndürülmez zararları söylediğinizde gelişmişlik karşıtı gibi gösterilmeye çalışılmaktan bıkmadınız mı?Ben bıktım ve de yoruldum. Doğduğum, yaşadığım kentten nefret eder hale geldim. Verdiğiniz zarar, tamir edilebilir ya da geri döndürülebilir gibi değil artık.

Robinson'la vedalaşmak isterseniz bu hafta son bir kez gidip eski yerine uğrayın. Ondan sonra sadece Salt'taki şubeleri açık. Aslı yok, şubesi var.

Not: Robinson'dan "elden ele" mesajı geldi biraz önce.

 

9 Haziran 2014 Pazartesi

Ne okusam...


Çok fazla kitap okuyamıyorum bu aralar. Bitirebildiğim, tek tük. Hava bir acayip, benim sürekli uykum var... Elime aldığım bir şeyin sonunu pek getiremiyorum. Bir süre  favorim, bu tür kitaplar :)


5 Haziran 2014 Perşembe

Ethem, Ali İsmail

Twitter'da bunu gördüğümde uzun süre bakakaldım ekrana. O amca gibi oturup bi sigara yakmak istedim. Yere çömelip, ellerimi başımın arasına alıp. Sonra Ethem'in annesinin dedikleri geldi aklıma. "Ben hala oğlumu bekliyorum, bir yıl oldu oğlum gelmedi. Kokusunu özledim. Yiğit çocuktu benim oğlum, haksızlığa hiç gelemezdi." Ama olmadı işte, yaşatmadılar Ethem'i. Katili çekmedi cezasını.



Peki ya  İsmail'in annesi? Ne acıdır ki bu ülke bir anneye "Keşke oğlumu kurşunlasalardı da, döverek öldürmeselerdi" gibi bir cümleyi söylettirdi! Taş gibi ağır bir cümle. Evladının ölümünü kaldırmak, içi yanmadan o duruşmalara gidip oğlunun canını alanların yüzüne bakmak! Adına vakıf kurdular Ali İsmail'in, ALİKEV. Umarım artık insanlar polis şiddetinden can vermez bu ülkede. O günleri de görürüz belki.


Bunları anlamak, bunlara üzülmek için anne olmak gerekmiyor. Herhangi ve iyi birileriydi Ali İsmail de Ethem de. Annelerinin kuzusuydular. Kardeşimiz de olabilirlerdi, arkadaşımız da. Bu ülkede nefes alınacak günler de gelir elbet bir gün. Umarım.

Fun


4 Haziran 2014 Çarşamba

Nazım'la Vera

Nazım'ın ölümünün 51. yıldönümüymüş dün. 


"Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...
 
Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,
hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler. 

Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem
zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin
daha güzel günler için savaşından, hem bir tek
insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak
istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan
bahseden şiirler yazmak istiyorum."
                                                                       

3 Haziran 2014 Salı

İsyanbul

Yağmurun İstanbul'daki karşılığı... Olimpiyat düzenlemeye kalktıkları şehrin şahane altyapısı. İşte bunlar hep medeniyet.

Alttaki ve üstteki iki fotoğraf için kaynak


Bu da yağmurun sanattaki karşılığı... Ben üstteki gerçek yerine, alttaki illüstrasyonu sevdim haliyle.

by Gabriel Picolo / Kaynak

Şiirli şeyler



"Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
Ben de öyle.
Çok dikkat etmiyorum uzun süredir kendime.
Kılığıma kıyafetime...
Çorapsız da basıyorum artık yere.
Eskisi gibi de korkutmuyor beni ne grip ne nezle.
Nane limonun iyi gelmediği daha büyük sıkıntılarım var herkes gibi benim de.
Takılmıyorum artık şu her kış ve bahar şişen bademciklerime.
Çok sıcak ya da soğuk şeyler yiyip içmem, hepsi hepsi birkaç gün gene.
Olur biter
Geçer gider.
Ama canımı yaka yaka yutkunduğum şeyler var.
Olup bitmeyen,
Geçip gitmeyen.
Zaman zaman yine uykusuzluk çekiyorum ama...
Çok da takılmıyorum artık bu uyku konusuna,
Uyuyunca geçmeyen şeylerin olduğunu anladığımdan bu yana..."

Cahit Sıtkı Tarancı