11 Ekim 2016 Salı

Fotoğraflar

Bugün annemle babamın 45. evlilik yıldönümü. Babam yaşasaydı 45. yıllarını kutlamak için arardım ikisini de. Annem belki babamın çiçek almaya üşendiğinden yakınırdı, babamsa gazetesini suratından indirip unuttuğunu söylerdi. Ama aslında unutmayıp da kendi kendine küstüğü bir şey yüzünden almadığı ortaya çıkardı belki sonra. Didişe didişe geçinip gittiler 40 küsur yıl. Ben bu 45 yılın, 35'inin bilinçli olarak 30-32 senesine tanıktım.

45 yılı düşünüyorum da... İnsan biriyle bu kadar uzun süre yaşar mı, birlikte yaşlanmak nasıl bir şey diye. Bazen insanın kendine tahammül edemediği düşünülürse, başka biriyle bir evi, hayatı paylaşmak... Yani ne bileyim, 5-10 sene neyse de 45 yıl bu. Biz 5'i devirdik, geç evlendiğimizden 45 teknik olarak zor. Ama tıp ilerliyor.

Eski fotoğraflara baktım durdum. İnsanlar ne kadar değişiyor. Onları tanımadığımız o eski zamanlarda, ne kadar da farklılar. Hiç bildiğimiz gibi değiller. Saçıma fön çektirince bile bir tuhaf geliyor, ben değilmişim gibi. Daha çok CHP kadın kolları başkanı ya da ana haber bülteni spikerine benziyorum. Görenler bu sen değilsin diyor. Ne acayip. Hepsi biziz işte, hayat ya da kuaförler bizi tuhaf hallere sokuyor. 


Annemin teyzesini kaybettik Eylül'de. Kıyamıyoruz ya hani bir sürü eşyayı kullanmaya, dolaplardan çıkarmaya; saklıyoruz hep daha iyi günler için. Yok, kullanmak lazım. Daha iyi gün yok, iyisi o an. İleride kullanırım diye saklamak anlamsız. Çünkü sen göçüp gidiyorsun ya, kullanmaya kıyamadığın eşyalarla dolu bir ev kalıyor geride. Sensiz  anlamı olmayan bir ev. Geride kalan insanlar da o eşyaları ne yapacaklarını bilemiyorlar. Atmaya kıyamıyorlar, ihtiyacı olana veriyorlar, bazılarını saklamak istiyorlar ama nereye kadar... Bizden geriye kalanların kıymetini/anlamını kimse bizim gibi bilemeyeceğinden, kullanalım gitsin. Hikmet teyzenin evini boşaltıyoruz. Bir sürü eşya. Ben sadece fotoğraf albümleriyle ilgileniyorum. Hiç görmediğim fotoğraflar. Bambaşka bir Hikmet Teyze. Bilmediğim, tanımadığım. Ne de güzel gülümsemiş bazılarında, çoğunda da en yakın arkadaşı, ilkokuldan ölüme dek ayrılmadıkları Mükerrem Teyze var. Yıllardır hiç kopmadılar. Hastayken birbirlerine baktılar, kardeşten yakındılar. 


Babam gideli 3 yıl oldu. Hala İzmir'deki eve girince, onu balkonda gazete ya da kitap okurken bulacakmışım gibi geliyor. Fotoğraflarına bakıyorum. Hayat bir şekilde geçiyor. Ama genel olarak tadı yok sanki. Kızımın yüzüne bakınca hissettiklerim dışında, kendimde bir şeyler yapmak için motivasyon bulamıyorum. Herkeste genel bir memnuniyetsizlik, bıkkınlık, dünyaya geldiğine pişmanlık... 

Eve koşarak gitme sebebi kızım. Bugün Kız Çocukları Günü'ymüş, bilmiyordum. Dilerim o bizden daha aydınlık, güzel günler görür. Barışı görsün en azından. Kendi tercihlerine göre özgürce yaşayabilsin. Dilediği eğitimi alabilsin, istediği işi yapabilsin ayrımcılık nedir bilmeden. Kendi kararlarını verebilsin, kimseye boyun eğmeden. 

Sabahları onu arkamda bırakarak işe gitmek öyle zor geliyor ki. Bugün 'paaaka' diye tutturup kucağıma atlarken, bi bakacağım koca kız olmuş, "Höf anne yaaaağ" diyor. Parkta üflenen köpüklerin peşinden koşarken bi bakacağız büyümüş de "Ben yurtdışına gitmek istiyorum" diyor. Olsun, hayat kıymetli. Fotoğraflar da. Benden geriye bir tek onlar kalsın isterdim. Mümkünse gıdısız çıktıklarım.


5 Eylül 2016 Pazartesi

Eylül küsmesi


“Sonra içime ve hatta dışıma kapandım. Küsmek gibi bir şey. Bir çeşit gölge fesleğeni. Bir çeşit olmayan hayat. Zaten hiçbir şeyi kararında bırakamamak ve ortasını bulamamak gibi bir sorunum var benim."
Didem Madak

Didem Madak'ı geç tanıdım, bu da benim ayıbım. Gerçi insan ayıpların üst üste dizse, ucu aya değer. Madak'ın yukarıda yazdıklarını yakın buldım kendime. İçime dokundu. Bugünlerde Barış Manço'nun "Cacık" şarkısındaki gibi hissediyorum. "Hani ince kıyım doğrasalar beni, Akdeniz cacık olur diyorum. / Böyle cacığa rakı mı dayanır?" 

Rakı içmeyeli de çok oldu. İşte bunlar hep ondan.

Peşpeşe günlerde doğduğum, evlendiğim, ardımdaki dağı -babamı- kaybettiğim; bir türlü sevemediğim, gelişine de alışamadığım Eylül geldi yine. Ve yine hazırlıksız yakalandım. Gözümü kapatsam, Ekim gelmiş olsa...

21 Temmuz 2016 Perşembe

"buraya umutlu günler koydum"


"sana buraya bazı şeyler koyuyorum. yol boyunca aklında olsun. lazım olursa açar okursun. olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun.

şuraya bir cümle koydum. bırak, acımızı birileri duysun. hem zaten şiir niye var? dünyanın acısını başkaları da duysun!

acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. ortada dursun. olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. az unutursun.

buraya tabiatı koydum. ağaçları, suyu, ovayı, dağı. onlar bizim kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun.

buraya, küçük mutlu güneşler koydum. günlerimiz karanlık ve çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın.

buraya, bir inanç bir inat koydum. tut ki unuttun, tekrar bak, o inat neyse sen osun.

buraya yolun yokuşunu koydum. bildiğim için yokuşu. zorlanırsa nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak, aklında bulunsun.

buraya umutlu günler koydum. şimdilik uzak gibi görünüyor, ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun.

buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir okursun. mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. n’olcak ki, bırak patronlar seni kovsun!

burada bir tutam sabır var. kendiminkinden kopardım bir parça, (bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun.

burada güzel çaylar var. bu aralar senin için çok önemli. bitki çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. demlersin, maksat midene dostluk olsun.

şuraya youtube’dan müzikler, bach dinle filan, koydum. ama müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun.

buraya bir silkintiotu koydum. kırk dert bir arada canına yandığım, kırkına birden deva olsun."

birhan keskin
kargo
(fakir kene)

12 Temmuz 2016 Salı

Normal mi, değil.


Günlerdir, hatta aylardır ne hissettiğimi bilmiyorum. Göğüs kafesime karamsar bir öküz oturdu. Okumak, izlemek, yazmak... bunlara dilediğim zamanı ayıramamak dışında, bunlardan eskisi kadar keyif almadığımı fark ediyorum. Zamanım, iş-ev ve Defne arasında sallanıp duruyor. Kendim? O nereye sıkışmış bilmiyorum. Pek kimseyi gördüğüm yok, pek kimseyle konuştuğum da. Konuşacak halim de yok.

Ülkede yaşananları okuyup dinledikçe/izledikçe, korkunç bir umutsuzluk ve sıkışmışlık hissi kaplıyor içimi. Defne'nin yaşayacağı gelecek beni ürkütüyor.Onu nasıl koruyabilirim bilmiyorum. Artık alışmaya zorlandığımız o gerçeklikten de, hoyrat ve açgözlü zalim insanlardan da, umursamayan o tuhaf güruhtan da yoruldum. Konuşacak bir şey bulmakta zorlanıyorum. Ezbere laflar ediyormuşum gibi yabancı geliyor sesim kulağıma. Tatile gidenlerin fotoğrafları, yanık tenleri ve enerjileri kaplamış her yeri. Kıskançlık mı? Değil.

Lafın gelişi sorulan "Nasılsın?"lara, ezbere söylenen "İyiyim"ler. İyi değilim. İyi değiliz. Evet, hayattayız, sağlıklıyız diye şükretmeliyiz, şükretmemiz bekleniyor; biliyorum. Hayat, acımasız yüzünü çok sık gösteriyor. Eskiden de böyle miydi? Sık sık babamı düşünürken buluyorum kendimi. Bir arkadaşımın dediği laf geliyor aklıma. Babamın, Defne'ye yer açmak için gittiği gibi bir şeydi. Bende ikisine de yetecek yer vardı oysa. Birbirlerini severlerdi.



Belki de Defne'nin hastalığını öğrendiğimde doktorun neredeyse zorla verdiği ilaçları bırakmasam daha kolay katlanabilirdim. Ama endişe ve kaygı, artık hep hayatımızda. Gazete okumak istemiyorum, içim büzüşüyor. Haberleri filan hiç izleyemiyorum, malum şahsın sesini duyunca midem kasılıyor. Açık oturumlar filan, saçma sapan; boş konuşmalar...

Bir sürü acının; Ali İsmail'in öldürülüşünün, Srebrenica katliamının yıldönümü geliyor, geçiyor. Her şey tarih olarak kalıyor sanki bir yerlerde. Sonra Ethem Sarısülük'ün abisinin, Ethem'in doğum gününde çocuğunun doğduğunu ve umudun bitmediğini yazdığını okuyorum bir yerlerde. İçim karmakarışık oluyor. 

Eşimin lise arkadaşını kaybettik hafta sonu. 3 çocuğu varmış, eşinden ayrıymış. Çocuklarının velayeti de ondaymış. Tek başınaymış evde. Sabah, kız arkadaşı bulmuş. Beyin kanaması. Günlerdir durgunuz. Çocuklarına ne olacak? Gencecik adam gitti. Lise arkadaşları çocuklar için bir şeyler yapmak istiyor ama giden gitti. Her göçüp gidende hayatı, ne için yaşadığını bir kez daha sorguluyor insan. 

Şu an yanımdaki iki kişi Avrupa'da tatil planları yapıyor, biri kına gecesi için internetten pudra rengi stiletto arıyor; diğerleri de öğlen dedikodusu yapmak için gittikleri AVM'den hala gelmedi. Kendimi hiç şimdiki kadar yalnız ve alakasız hissetmemiştim bu ofiste. Şu insanlarla Doğu'daki çocuklara giysi kitap bile yollamayı beceremediğim ve yılıp kendi başıma gönderdiğim geliyor aklıma. Sinirleniyorum. Çalışamıyorum, canım çalışmak istemiyor. Kafamı toplayamıyorum. Tatile gitmedim. Gitsem mesela, denizin üstünde öylece yatmak istiyorum. Kulaklarım suyun içinde, sadece suyun sesi. Defne için sıcak hava iyi olmayacağından Eylül'ü bekliyoruz. Terlememesi, su ve tuz kaybetmemesi lazım. Bekliyoruz. Sanırım hayat bazı şeyleri beklemekle geçiyor. 

İyi şeyler olsun istiyorum artık. Red Hot Chilli Peppers'in son albümünün kapağını gördüm bir yerlerde. Tablo gibi, alıp duvara asasım geldi. Bir de Patti Smith'in M Treni'ni okuyorum yeniden. Defne için bir defter tutmaya başladım, ona kendimce bir şeyler yazıyorum. Dün bez bebeğine su içirmeye uğraşıyordu. "Anni" diye diye. Kuzum. 

Son 24 saatte gülümseyebildiklerim bunlar. Bi silkinip kendime gelmem lazım. Du bakalım...

29 Haziran 2016 Çarşamba

Bilemedim ne yazayım...

Aslında yazacak halim yoktu. Kafam uğulduyor şu an. Bloga bakacak halim olsaydı önceden, eski sevgilisi tarafından bıçaklanıp boğazı kesilen ve hayatta kalmaya çalışan Tuba Korkmaz'ı yazacaktım. Sıra gelir belki bir gün. Ama şu an bir şey düşünemiyorum.



Yukarıdaki fotoğrafa bakıyorum. 2016'da bombalı saldırı olmayan ay yok. Yer isimleri değişiyor, terör lanetleniyor; sonra bir yenisi. Yine. Suruç, Ankara, Sultanahmet, Ankara, yine Ankara, Taksim, Bursa, Gaziantep, Vezneciler, Atatürk Havalimanı... Bir sonraki ne zaman, nerede? Biz bilmiyoruz. Ama bilenler var ve o günü iple çekiyorlar. 

Dün gece Atatürk Havalimanı'nda patlatılan bombalar, canlı bombalar tarafından kalaşnikofla taranan insanlarla ilgili haberleri okuyorum deli gibi. İçim sıkışıyor. Üzüntü, şok, tedirginlik, korku, öfke... 

Öfkenin bir kısmı da ofistekilere. Şu an deli bir goygoyla, patlamada olanları kahkahalarla anlatan, komiklik yapmak için birbiriyle yarışan, bayramda yurtdışına gidecek olup"Gidip de dönmemek var, ho ho!" , kalacak olup da "Belki sen bizi bulamazsın, ha ha!" diyenlerin ağzına kürekle vurmak istiyorum. "MANYAK MISINIZ? KOMİK OLAN NEDİR ULAN?" diye bağırmak istiyorum. Ama susuyorum. Yorgunum. Giden can sizinki değil nasılsa değil mi, vur patlasın çal oynasın...

Ofis ortamına uyumsuz biri olarak, iğrenç muhabbetlerini duymamak için kulaklığımı taktım müzik dinliyorum. Kaçacak yerim yok. Çok acayip bir yer oldu dünya, çok acayip insanlar olduk biz. İnsanlar ölmüş, bir sürü yaralı var; çocuklar kan içinde, insanların parçalanmış bedenlerinin fotoğrafları dolanıyor internette; bu neyin neşesi, neyin eğlencesi?! 

Bir yandan insanları böyle bir günde bedava taşıyacaklarına, adam başı 100 TL isteyip sadece yabancı turistleri alan taksiciler... Öbür yandan "Sosyal medyada olayla ilgili paylaşım yapmayın, yaralı-ölü sayısı vermeyin" diye mail atan müdürüm. Yaralı-ölü sayısı vermeyin, çünkü o sayılar manipüle edilip öyle servis edilecek basına. Bizim içimiz çürümüş.

Bir şey söyleyen, düşünen yerlerim ağrıyor. İnsanları anlamaktan vazgeçmeye çok yakınım bu ara. Böcekler gibi kabul ettim sanırım, onlarla birlikte yaşamak zorunda olduğum ve müdahale de edemediğim sevimsiz şeyler gibi. Yok edemiyorum, sadece zarar vermemeleri için uğraşıyorum.

Ne olduğunu anlamadıkları bir saldırıda hayatını kaybedenler içinse ne diyeceğimi bilemiyorum. Size 'şehit' denmesini anlayamıyorum. Savaşta değildiniz, işinizin başında olan görevliler ya da hasta ziyaretine/cenazeye/tatile/toplantıya/konferansa/sevgilisini ya da ailesini görmeye giden insanlardınız. Artık yoksunuz. 

12 Mayıs 2016 Perşembe

Zuhal Olcay konseri... Daha iyi nefes, daha iyi yaşam için

Ne zamandır bloga yazmamışım. Yazmışken, işe yarayacak bir şey olsun bari dedim...

Zuhal Olcay, 23 Mayıs Pazartesi akşamı saat 21:00’de, Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde Sinema Senfoni Orkestrası ile bir konser verecek. Bu, kızımın sağlığı ve bizim için önemli bir yardım konseri.

Çünkü Caddebostan Rotary Kulübü ve KİFDER'in (Kistik Fibrozis Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) birlikte düzenlediği konserin tüm geliri, Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde Türkiye'nin tam donanımlı ilk Kistik Fibrozis Tanı ve Tedavi Merkezi'nin kurulması için kullanılacak.  

Tüm Türkiye'de 20 bin Kistik Fibrozis hastası olduğu tahmin ediliyor, ancak içlerinden sadece 2 bini tanı almış durumda. Bunlardan biri de, 9 aylıkken Kistik Fibrozis tanısı konan 1.5 yaşındaki kızım. 


Aylarca kuzunun zayıflamasının, halsiz düşmesinin nedeni bir türlü anlaşılamadı. Besin alerjisi dendi, yok reflü dendi. El kadar çocuğa kolonoskopi, endoskopi, biyopsi yapıldı. Defalarca sodyum potasyum değerleri düştü, geceleri acile taşındık; hastanelik oldu... 


3 hafta Cerrahpaşa'da yattı, o 21 gün boyunca günde 7-8 kez kan aldılar Defne'den, en sonunda el ve ayaklarında serum takacak damar kalmayınca, kafa derisinden damar yolu açılarak serum verildi. Doktorlar çok hoyrat davrandı, sanki lahana bebekmiş, canı yanmıyormuş gibi. Hala doktora gittiğimizde, beyaz önlüklü birini gördüğünde, sırtüstü yatırıldığında avaz avaz ağlıyor. 


Geçen yaz oldu hayatımızı mahveden tüm bu anlattığım şeyler. Adını bilmediğimiz bir hastalık, hayatımızın tam ortasına yerleşti.


Böyle bir merkezin kurulması neden önemli?


Kistik fibrozis genetik ve ölümcül bir hastalık, ne yazık ki kesin tedavisi şimdilik yok. Sürekli/düzenli ilaç kullanımı, fizyoterapi ve hastanede doktor kontrolü/takibi gerektiriyor. Başka sindirim/solunum hastalıklarıyla karıştırıldığı içingeç teşhis (ve haliyle geç tedavi) edilebiliyor.


Kistik Fibrozis hastalarının, hastanelerdeki kalabalıkta sıra beklerken enfeksiyon kapmaması ve Kistik Fibrozis konusunda uzman hekimlerden (gastroenterolog, fizyoterapist, diyetisyen, psikolog, akciğer hastalıkları uzmanı vb) oluşan ekibe rahatlıkla muayene olabilmesi için bu özellikli merkezlerin kurulması/sayılarının artması gerekiyor. çünkü multidisipliner tedaviyi gerektiren bir hastalık.


Kızım hastalandığında, acile gitmek zorunda kaldığımızda saatlerce bekliyoruz, diğer hastalardan enfeksiyon kapmaması için maske takmak ya da en sakin, kimselerin olmadığı koridorlarda beklemek durumunda kalıyoruz. 


İşte bu merkez, bu yüzden önemli. Sadece kistik fibrozis hastalarının gittiği, dertlerinden anlayan doktorların olduğu bir merkez. Deli kuyruk var diye, soracağımızı da unutup alelacele derdimizi anlatmak zorunda kalmadığımız bir merkez...


Anlayacağınız alınan her bilet, verilecek her destek çok değerli...


Ayrıntılı bilgi buradaBiletler Zorlu PSM sitesinde ve Biletix'te.


Ben o akşam, kızım için annem ve eşimle orada olacağım. 


Siz de bu konsere bilet alarak ve elinizden geliyorsa duyurup paylaşarak birçok hasta çocuğa ve ailesine umut olabilirsiniz.

26 Ocak 2016 Salı

Yaş 70, yolun yarısı rakısı

26 Ocak. Babamın doğum günü. Eğer yaşasaydı  tam 70 yaşına basacaktı bugün. Düşündüm de insan ailesindekilerin, özellikle de daha kendisi bu dünyada yokken hayatta olan anne babasının hep orada, yanıbaşında olacağını zannediyor. 

Ama öyle değil işte. Pat diye gidiveriyor insanlar. Bir akşam telefonda konuşmuşken, ertesi gün bir bakıyorsun yok. Gitmiş. Aman şöyle gençmiş, böyle sağlıklıymış, her yere yürürmüş... Hepsi boş. Yapacağın çok şey kalsa da, hepsini bitirsen de ömür bitince gerisi tırı vırı.

Babam yaşasaydı 70 yaşında olacaktı bugün dedim ya, yaşasaydı "Yaş 70, yolun yarısı eder" esprisi de yapardı bugün kesin. "Kala kala 30-40 yılım kaldı şurda yaşayacak" derdi peşinden. Belki karşılıklı bi duble rakı yuvarlardık 70. yaşının, yolun yarısının şerefine. Hafiften çakırkeyf olurdu babam, yanakları kızarıp gülerdi, belki Defne'nin yanağından bir makas alırdı. Olmadı.


Babama dair içimi acıtan bir sürü şeyden biri de, onunla istediğim gibi rakı içememiş olmak. Şöyle karşılıklı, keyifle... Ne kötü. Bugün öğlen yağan kara, taksi bulur muyuz, yolda kalır mıyız'a bakmadan Beylerbeyi'ne gittim bir arkadaşımla. Ne diyor şurada Nejat İşler, "Babanı özler gidersin". Babamın doğum günü bugündü, illa bugün gidesim vardı. Özledim, gittim.

Öğle vakti bizden başka kimsenin olmadığı İnciraltı Meyhanesi'nde inceden bir müzik, beyaz  peynir, lakerda, patlıcan ezme, bi duble rakı. Yanında bol muhabbet, acık gözyaşı... 

İyi ki doğmuşsun be babam, 70. yaşının şerefine içtim bugün sensiz. 

Karlı ve buz gibi havada, küçük bir meyhanede, ucundan da olsa Boğaz'ı gören bir pencerenin kenarında öğle rakısı, elimden sadece bu geldi. Gördün mü bilmem, ama oradaydın gibi hissettim.

7 Ocak 2016 Perşembe

"Kedi olduğumuz başka bir hayatta görüşürüz"

*Vanilla Sky'dan

Dün, yazın kızımı hastanede ziyaretinden beri görüşemediğimiz, kitaplarını okudukça içimi havalandıran Melisa'yla birlikte babasını kaybeden arkadaşımıza gittik. Hani bazı insanlar vardır, konuşmasan da yanında öylece susup oturmak ya da sarılmak bile iyi gelir ya... Hah, ikisi de öyle işte benim için. Ümitvar olmamın sebepleri. Ki tanışmamıza sebep olan insan hayatımızdan çıkalı bin sene oldu.

Öğle paydosum vardı sadece, kısıtlı bir zaman yani. Koşturarak gittim. Çağrı sanki babasını dün toprağa veren o değilmiş gibi, çay demledi bize. Hatta ben acıkmışımdır diye tost yaptı. Karşımıza oturup bir de sigara tellendirdi. Oturduk. Hayattan, ölümden, bazı insanların tuhaflıklarından bahsettik. Babalarımızın aynı yaşta, aynı sebepten göçtüğünden söz ettik. Bazı şeylere alışılamadığından... Konuştuk, acık hüzünlendik, birazcık güldük. İlaç gibi geldiler bana. Yine. Ceren de İzmir'den geldi uçakla, günübirlik. Çağrı'yı görmek için. Defne'ye teşhis konduğunda benden çok araştıran, bulduğu en ufak bilgiyi benimle paylaşan, teselli etmek için deli gibi uğraşan can...
Sefa şeysi kedi (Beylerbeyi)
İkisi, (Melisa ve Çağrı) babam için başsağlığı ziyaretine geldiklerinde birinin elinde bir torba mandalina, diğerinde ise çömlek tencere vardı. O halimde bile beni gülümsetmeyi başarmışlardı. Böyle insanlar lazım bize. Bizi hafifletecek, yük olmayacak insanlar. Ben de öyle bir insan olmaya daha çok çabalayacağım. Akrabalardan söz ettik biraz. Ölüm ve benzeri durumlarda zırvalayıp insanlıktan uzaklaşarak 'akbaba'ya dönüşen o tuhaf 'akraba'lardan... 

İnsanı çok üzgünken, o yıkık haldeyken bile öfkelendirmeyi başaran insanlar var şu hayatta. Gözleri kızarmış Çağrı'ya "Akraban, arkadaşın vs diye kimseye katlanmak zorunda değilsin" dedim. Sana ağır gelen herkesi bırak gitsinler. Gereksiz yük. Büyüdükçe, yaş aldıkça dertlerimiz büyüyor, bazı şeyler daha da zorlaşıyor zaten; ekstra yüke hiç gerek yok. Bunları hep o söylerdi bana. Şimdi kararlı bir şekilde uygulayacak gibi görünüyor. Canını sıkmışlar.

Ne zaman daralsam, sıkışsam içimi ferahlatan, mantıklı açıklamalarla gözümdeki perdeyi kaldıran oydu, şimdi benim elimden gelen sadece konuşmak ve dinlemekti. Babamın cenazesi için koşturduğumuz zaman, onları (çok mühim insanlar ya onlar) beklemeyip cenazeyi kaldırdık diye anneme (o üzgün, o perişan haldeki anneme) çıkışan saçma kadını anlattım. Sonra babam için "Kurtuldu" diyen ve 7'si bile olmadan Rodos'a tatile gidip fotoğraflarını utanmadan Facebook'ta paylaşan amcamı. Bu insanların hiçbirisiyle artık görüşmediğimi ve hiçbir eksiklik de hissetmediğimi... Evlendiğimde, babamı kaybettiğimde, kızım doğduğunda bile yanımda olmayanları, halının altına itinayla süpürdüğümü anlattım.

Yogi kedi (Bostancı)
Evet, hepimizin içinde iyilik olduğu kadar kötülük de var, hiçbirimiz melek değiliz ama bazı durumlarda biraz olsun içimizdeki şeytanı dizginleyebilmek de imkansız değil. İnsan olmanın gereği. Cenaze evinde çeneni tut bari. Düşünsen bile sus. İnan, açıksözlü olmakla patavatsızlık/hödüklük arasında çizgi, zannettiğinden de ince.

Katlanmakta zorlandığım insanları yok saymak beceremediğim bir şeydi, artık uygulamaya başladım. Yeni yıl mı yeni hayat kararı mı bilemem, ama uğraşacağım. İşteki bazı tiplerden başladım mesela. Duyarsız, gıybet düşkünü, aklınca alay ettiğini zanneden; laf sokma, ima ve kinayeyi hayat biçimi haline getirmiş insanları ayıklıyorum. Ha ayıklayamıyorsam da, yok saymak/anlamazdan gelmek/duymamak/salağa yatmak gibi yöntemleri uyguluyorum. Varsın onlar o güdük hanelerine bir çentik daha atsınlar, lafları yağ tutmayan kumaş gibi kayıp gitsin zihnimden. Lekesi, kiri kalmasın.

Koltuk sahibi, kalantor kedi (Cihangir)
Aynı ofiste çalıştığımız ve sevdiğim bir okul arkadaşım, ona gönderdiğim güzel bir blog linki karşılığında tabağı boş yollamayıp kendine yaptığı playlist'i yollamış bana. Nasıl iyi geldi anlatamam. Gitar çalan yerli yabancı ablalar, bazılarını bilsem de birçoğunu duymamıştım. Ayaküstü güzel kitaplardan, güzel şarkılardan söz ettik biraz; seslenenkitap'ı hatırlattı bana. Yükledim telefona, metrobüste filan kitap okuyamadığım yerlerde kitap dinleme fikri hoşuma gitti.

"Robkart'ımda biraz para kalmış, Harper Lee'nin Bülbülü Öldürmek'ini alayım diyorum" deyince ben, "Dur dur, bende var, alma. Bitirince getireyim sana" dedi. Kitaplardan, şarkılardan söz edecek birinin iş ortamında olması ve ofis hayatının gıybetten ibaret olmadığını bilmek iyi geldi. Oh be.

Siz de dinlemek isterseniz diye ablalı linki şuracığa bırakıp gidiyorum.

5 Ocak 2016 Salı

Yeni yıl; güzel gel, huzur ver...

Yeni yıl kararları almaktan, listeler yapmaktan hep çekindim. Hayat genelde sana 'karar alma seçeneği' bırakmıyor. Elinde listeyle kalakalıyorsun...

Ben o kararları gerçekleştiremeyeceğimden ve sonra listeye bakıp da, 'hiçbir şey' yapamamış olduğumu fark etmekten korkuyorum belki de. Bir bakıyorsun, boşa geçmiş koskoca bir yıl. Gerçi neye göre, kime göre bomboş, bilemezsin. Bazen 'hayatta kalmak',  hayattan koparıldıysan da 'toprağa verilmek' bile mühim bir şey bu ülkede. 

Bu sene farklı bir şey yapıp dileklerimi/hayallerimi/hedeflerimi kağıda dökmeyi denesem mi diye düşündüm. Belki gerçekleşmeleri için biraz daha çabalamama yardımcı olur bu. Güç verir. Motive eder, ne bileyim. Ne de olsa yeni yılın ilk günleri kimi için karar alma, kimi için de aldıklarını yavaşça yerine bırakma zamanı...

Ben böyle 'eğlenilmesi zorunlu' günlerde ailemle gerilmesem yeter. Kocamla ve annemle yılbaşı akşamı tartışmayı başardık, içim ezildi sonra üzüntüden. Kavga üstü hediye de, kadayıf üstü kaymak gibi güzel olmuyor hem. Neyse yine de ferah kahveleri, neşeli rakıları olsun. Eyvallah, bilmukabele. Yemişim böyle yeni yıl ruhunu. Neyse ki Defne konuşamıyor da, onunla tartışmaya başlamadık henüz. Of, sinirim bozuldu.


Hayallerimden iki tanesi imkansız, biliyorum ama yine de yazıyorum. Elimde değil.

İlki, babamı kaybetmemiş olmayı dilerdim. Çok erken göçtü babam. 70'ine bile varamadı. Evet, hiçbirimiz sonsuza kadar yaşamayacağız ama, keşke bu kadar erken gitmeseydi. Keşke Defne'yi görebilseydi, onunla vakit geçirip oynayabilseydi. Onu öyle özlüyorum ki... Yüz yüze olan son konuşmamızın 'son' olduğunu bilseydim eğer, çok daha başka şeyler söylerdim babama. Ailevi meseleleri tartışmak yerine, onu çok sevdiğimi söylerdim mesela. Ona sarf ettiğim bazı sert sözler için çok pişman olduğumu, aklıma geldikçe vicdan azabından geceleri uyuyamadığımı... İçime dert, içime yara oldu o sözler. Hiç iyileşmeyecek, biliyorum.

İkincisi, kızımın kistik fibrozis hastası olmamasını dilerdim. O kadar süre hastanede yatmamasını, daha minicikken canının o kadar yanmamış olmasını... Doktora korkmadan, delice ağlamadan  muayene olabilmesini. Sağlıklı, mutlu ve iyi kalpli biri olması en büyük dileğim. 

Bazen o kadar şaşırıyorum ki bir çocuğum olduğuna. Defne, bir arkadaşımın kızıymış gibi geliyor bazen. İnanamıyorum. Sabahları kalkmamın bir sebebi varmış gibi geliyor. Kalk kalk, Defne acıkmıştır, uyanır şimdi; mamasını, ilacını hazırla. Ona mama yedirmek, gülüşünü görmek, onunla birazcık oynayıp işe öyle gidebilmek. Sabah rutinim bu. Sayısal yine bana çıkmadı, piyangoda ise sadece iki amorti; o yüzden çalışmaya devam. 

Şaşırıyorum evet, onun karnımda büyümesini izledik. Aylarca gelmesini heyecanla bekledik, kime benzeyecek, nasıl biri olacak acaba diye diye... Sonra doğum vakti geldi, acayip bir şeymiş; artık karnımda değil kucağımdaydı. Emzirdim, uyuttum, gazıydı tuzuydu derken 13 aylık oldu bile kuzu. Dilerim uzun, sağlıklı bir ömrü olur. 

Nasıl bir anneyim bilmiyorum ama beni sevmesini, annesi ben olduğum için mutlu olmasını istiyorum için için. Çünkü ben, kızım o olduğu için çok mutluyum. Hayat ona güzel şeyler yaşatsın; şansı açık olsun, iyi insan olsun; iyi insanlarla karşılaşsın hep.


Deli bir yağmur var bugün. Gökyüzü içini boşaltıyor. Yıkanıyor her yer. Keşke memleket de biraz olsun temizlense. Ofis arkadaşlarım internetten bağır çağır pudra-fondöten-ruj seçerken, kulağımda 'City of Angels' soundtrack'i, bunları yazıyorum. Hayat acayip, kimine düğün bayram, kimine gam keder... Kahkahaları kulaklığı delip geçiyor, ben de müziğin sesini yükselttikçe yükseltiyorum. Bazen iş hayatı gerçekten katlanılmaz oluyor.

Onlar 2016 tatillerini, alacakları izinleri hesaplayıp akabinde "Bi kahve mi içsek?", "Ay sen gereksiz bir şekilde fazla mı çalışıyorsun" diye akıllarınca benimle dalga geçerken 'An Angel Falls' çalıyor, galiba filmde Meg Ryan'ın bilmeden kamyona doğru yaklaştığı ve bisiklette kollarını kaldırarak gökyüzüne baktığı, ormanın muhteşem gün ışığıyla parladığı sahnede çalıyordu bu.

Gereksiz mevzularla vızıltılar yerine böyle şeyleri dinlemem normal bence. Şair "İyi niyletle gülümsüyorum hepinize" demiş ya hani, ben hepsine gülümsemiyorum valla. Her zaman iyi niyetle de gülümsemiyorum üstelik, kinaye ve müstehzi bir ifadeyle gülümsediklerim de var. Yalan yok, durum bu.

İllüstrasyon: Gürbüz Doğan Ekşioğlu
Dün gece yakın bir arkadaşımın babasının ölüm haberini aldım. Obi ile Yoda'yı aldığım, kara oğullarımın ananesi dostum, babasını kaybetmiş. Beyin kanamasından. Babam gibi. Küt diye. Aniden. Defne'ye yemek yedirmeye, sonra da onu uyutmaya çalışırken telefona bakamadım. Bir ara elime aldım, kısacık bir mesaj ekranda: "Babamı kaybettik canlar"

Off! İçim cız etti. Aradım hemen, açılmadı telefon. O an konuşmak zor, boğazına takılıyor sözcükler. Ben her arayana ağlamıştım galiba. Kendimi hatırladım sonra, babamı kaybettiğimizde hissettiklerimi. O an kimsenin canının acısını geçiremeyeceğini, ne söyleseler içinin kavrulmaya, yanmaya devam edeceğini... Yaşayan bilir derler ya, öyleymiş. Bugün ikindide babasının cenazesi var, yanında olup arkadaşıma sımsıkı sarılmaktan başka bir şey gelmeyecek elimden. Bazı acıların telafisi yok. Hayat...



Üzgünüm ama bir acı haber daha... Blogunu bildiğim ama çok da yakından tanımadığım Serrose (Sergül), minik kuzusu Efsun'u ne yazık ki kaybetmiş. Haberi aldığımdan beri durup durup ağlıyorum, evlat acısını düşünmek bile korkunç. Sabır ve dayanma gücü diliyorum Sergül'le eşine. Şimdi kızlarını bir ormanda yaşatmak için çabalıyorlar.


Facebook ve Instagram hesabımda paylaştım, ne kadar kişiye ulaşır bilmiyorum ama buradan da paylaşmak istedim. Melek olmuş Efsun'u doğada yaşatmak için desteğiniz lazım. TEMA'nın Efsun'un adını ağaçlarda yeşertebilmesi ve adına kocaman bir orman oluşturabilmesi için 2000 fidan gerekiyor. Yeri belli, Balıkesir Bayat. 1 fidan 6 TL. 

Eğer sadece birkaç dakikanızı ve en az 6, en çok gönlünüzden kopan kadar lirayı ayırıp TEMA'ya Efsun adına bağışta bulunursanız, minik kuzunun bir ormanı olacak. Ruhu ağaçlarda, o ağaçlarda yaşayan kuşlarda, böceklerde, sincaplarda hayat bulacak. 

Yeni yıla bir iyilikle başlamak istemez misiniz? Elinizden ne gelirse... Nefes aldıran, umut veren, minik bir meleğin kocaman ormanında katkınız olsun. Bağış yaptım ve Sergül'le eşinin minik kelebeklerini hissedeceği bir orman olması fikri, içimi biraz olsun huzurla doldurdu.

Bağışların 1-31 Ocak tarihleri arasında, TEMA'nın İş Bankası Levent Şubesi'ndeki TR56 0006 4000 0011 0351 2077 74 IBAN no'lu hesabına yatırılması gerekiyor.

Açıklama kısmına 'Efsun Ryouka Kato' yazmalısınız.


TEMA'nın başka hesaplarına yatırılmış bağışlar ne yazık ki
geçerli sayılmıyor.

Not: Saat 17:00 itibariyle iyi şeyler olmaya başlamış mı ne...


Hepimiz için yaşanılası, gülümseten, iyilik dolu bir yıl olsun. Biliyorum, torba gibi bütün iyi niyetler bir yıla sığmaz ama dileğim aydınlık, umut ve barış dolu; eksilmediğimiz, içimizin üzüntüden çürümediği, sağlıklı ve mutlu bir yıl... 

Hayat dolu bir yıl. Olabildiğince işte.